Muammer Kökcüoğlu


BİZİM ÇOCUKLUĞUMUZDA !..

Küçük şeylerle mutlu olmayı öğrettiler bize. Gerçi yapacak başka şansımızda yoktu.


Küçük şeylerle mutlu olmayı öğrettiler bize. Gerçi yapacak başka şansımızda yoktu. Ne her gördüğümüzü isterdik, ne de her istediğimiz olurdu. Şimdilerde ise işimiz gereği de görüp şahit oluyoruz. Çocuklar aileleri ile birlikte işyerimize alışveriş için geldiğinde direkt olarak oyuncak reyonuna yönelip bir oyuncak kucaklayıp cepte var-yok bilmeden alınmasını istiyor. Aile ne dil dökerse döksün çocuğun derdinde değil, yerlere yatıp, ağlayıp, yırtınıp elindeki oyuncağı aldırıyor. Bizim zamanımızda öyle bir lüksümüz yoktu. İmkânlar kısıtlı, imkân olsa da alacak çok şey yoktu bugünkü gibi.

Bizim zamanımızda kendi yaptığımız doğal oyuncaklarımız vardı her mevsime özgü. Mesela; son baharda ‘çember sürme’, çember; ucu kıvrılmış tel ile silindir yapılmış metal saçı iterek sürmekti. Yağmurların yağmasıyla ıslanan toprakta, ucu sivri ağaçlarla karşılıklı çamura atılan ‘kazık-kulaç’ oyunu. Ağaçlardan silindir halinde kesilen tahta parçalarından yapılan dört tekerlekli ve ağaç şasili arabaları rampalarda sürmek. Bina kuytularında toprağa açtığımız çukurlara dönüşümlü attığımız küçük taşlarla ‘yuva’ oyunu. Kış gecelerinde ‘saklambaç’, ‘sobi’, ‘körebe’, Gündüzleri ise eskidikçe dikilen 40 yamalı toplarla maç yapmak. Ve akla gelmeyen daha birçok doğal oyuncak ve oyunlar.     

 

Ama öyle bunalımlara girip çıkmazdık. Elimize geçenle yetinir, mutlu olurduk. Olan olur olamayanın eksikliğini ertesi gün unuturduk.

 

Bir giydiğini bir daha giymemek ya da önüne konan yemeği beğenmemek ne haddimize. Bunları sorgulayacak kadar zengin değildik.

Hani bir kıyafetin miras gibi büyükten küçük kardeşe kaldığı o günlerden bahsediyorum.

Bizim çocukluğumuzda şimdiki gibi ailelerde bir veya iki çocuk yoktu, her evde 4-5 den başlayıp 8-10-12’lere dayanıyordu çocuk sayısı. İlk çocuğun giydiği kıyafet eskiyinceye kadar sil sile yoluyla giyiliyordu.

Sökülenin atılmayıp dikildiği, yıprananların yamalarla saklandığı günlerdi o günler. Genellikle yaşlılar giyerdi daha fazla dayansın, çabuk eskimesin diye pantolonun dizlerine ve arkasına parça dikilirdi, adı da ‘süvarilik’ idi. İşte bu yüzden her anne iyi bir terzi ve her baba da yenilerini alamadığı için biraz buruk ve üzgün olurdu. Ama modayı yine de yakından takip ederdik biz. Mesela; ipten kemerlerimiz, çoraplardan eldivenlerimiz vardı.

Kış ile ilkbahar arası rüzgârlı günlerin zevki ayrı bir başka olurdu tepelere çıkıp uçurtmalarımız gökyüzünü yıldızlar gibi süslediğinde. Her bahar papatya toplamak ve çimlerde yuvarlanmak gibi sıradan eğlenceler de edinmiştik kendimize. Hele baharda yeni doğan o minnacık kuzular, oğlaklar bizim için hem canlı oyuncak hem de zaman geçirme enstrümanlarımızdı onları otlatırken.  Üstelik takla atarken pantolonumuzda beliren çimen lekesi için annemizden yiyeceğimiz azara ve çekilecek kulak acımıza bile hiç aldırış etmeden.

Ama yine de iyi çocuklardık biz.

Ağlayan küçüğümüzü susturmasını da, pazardan gelen büyüklerimizin yüklerini taşımasını da, beraber gülüp, beraber ağlamasını da iyi bilirdik.

İstediğimiz bir şeyin olması için sabretmeyi de o yokluk günlerinde öğrendik. İşte bu yüzden ekmek ve emek bizim için nimettendir. Kaybetmemek için sıkı sarılırız, ekmeğimize de sevdiklerimize de.

Bizim çocukluğumuz böyle bir şeydi…