Mehmet Bilek


BİLMEM  HATIRLARMISINIZ…!

BİLMEM  HATIRLARMISINIZ…!


BİLMEM  HATIRLARMISINIZ…!

Hatırlar mısınız bilmem, nice nice güzel oyunlarımız vardı. İlkokul zamanlarında, yağ satarım, bal satarım, ustam öldü ben satarım la başlayan ve hayatın gerçek çizgisini anlatan bir oyunumuz vardı. Konu; usta, çıraktan sonra yağ ve baldan oluşan temel gıdalar var. Aslında, ustası tarafından yapılan bir işin, ustanın ölümünden sonra o işin devamını anlatırdı. Bir diğer gerçek de işin içinde ölümün var oluşuydu. Ölüm sonrası hayatın devamı ve işin ikinci emektarı tarafından devam edilerek yapılmasıdır. Bu tip bir olayı da eğlence safhasına dökerek gelecek nesillere anlamlı bir şekilde anlatmaktır. Tabii ki, küçük beyinlere işleniş şeklinin önemi vardır.

Sadece bu kadar mıydı.

Beş taşlar, kaydırak, tutmana, combalik gibi oyunların yanında bir de “ önüm arkam sağım solum sobe, saklanmayan sobe “ olur, uyarılı saklambaç da vardı. Harka bir anlamı vardı bu oyunun. Saklananı bulmak ve hızlı bir şekilde sobe merkezine ulaşıp sobeleme işlemini en uygun şekilde yapmak vardı.

İster kız olsun, isterse oğlan çocuğu olsun. Onca oyunlar sonrası elbette terlemeler olurdu. Sırtlara konulan dikiş nakış kursunda işlenmiş havluları da unutmamak gerekir. Oyun sonralarında, anne emekleri kokan o kastra ekmeğin tam ortasından boydan boya kesilen ince bir dilim ekmeğe sürülen salçalı ekmeğe de ne demeli, unuttuk mu.

Hazır salçalı ekmek konusu açılmışken bir anıyı hatırlatayım. Evden yeni çıkan 12 yaşındaki Esat KUBİLAY, yukarıda anlattığım gibi, rahmetli anacığı tarafından uzunca bir ince ekmek dilimine sürülmüş salçalı ekmeğiyle, merada futbol topu oynayan mahalle arkadaşlarının yanına gitmişti.  Ev den maç yapılan yere gelinceye kadar elindeki salçalı ekmeğin yarısını yemişti. Aklı top oynayanlardaydı. Kendisi de top oynamak istiyordu ama, maç izlemekle yetiniyordu. Birden önünde mahalleden olan Zeki abisi belirdi.

- O ekmekten bir lokma daha ısırırsan, top a bir tekme dahi vuramazsın, tehdidiyle karşılaştı. Öyle anlaşılıyor ki Zeki abisi çok acıkmıştı. Zaten, Esat’ın da karnı doymuştu. Elindeki yarım dilim salçalı ekmeği Zeki abisine veren Pele Esat, anında takıma girip futbol oynamaya başlamıştı.

Mevsim aynı şimdiki gibi Kasım ayı idi. O zamanlar havalar daha soğuktu. Yaz bitmiş, son baharın en keskin soğuk günleri başlamıştı. Durumu iyi olanlar çoktaaan rahmetli gazcı Mustafa’dan kömürlerini almışlardı. Yüzme sevdasıyla ayağı kırılarak topal kalan Şevket ağabey de, evlere at arabasıyla kömür nakliyat işini yapardı. Kimisinden parasını alırdı, kiminden de babana rahmet diye dua alırdı.

Yağmurlar yağar ve havalar iyice soğumaya başlayınca da, kenara atılmış sobalar evler içinde kurulmaya başlanır. Genellikle sobalar kahve renkli emaye sobalardı. Ola ki eskiden kalmış ve boyası atmış sobalarda, alüminyum boya ile boyanarak faaliyete geçirilir. Soba ilk yandığı zaman o alüminyum boyalı sobaların kokusu evlere bambaşka bir hava katardı. Sobanın yanında tahtadan bir divan ve üzerinde kalınca bir minder, kenarlarında ise kalınca hasırdan yapılmış ve üzeri kızlar tarından dantel ile örülmüş yastıksı dayanaklar vardı. Sobanın üstüne portakal ve mandalin kabuklarını koymak veya kestane pişirmek de değişik hobilerimizdi.   Tabii ki, biz çocuklarda böyle durumlarda tatlı heyecanlar olurdu. Çocukluk işte, hangi mevsim gelirse gelsin mutlaka mutlu olacak bir şey bulunurdu. Sanki mutlu olmaya bahane mi yoktu. Sokaktan geçen rahmetli taktakçı Kazım amcadan yirmi beş kuruşluk nohutlu çiğdem almak, bakkalda kaymaklı bisküvi yemek, bisküvi arası lokum yemek, düğünlerde ise, yemek ustası kadınlarımızın kazanlarca pişirdiği yemekleri yer sofrasında diz çökerek,  hep birlikte tahta kaşıkları çanaklara sallayarak karnımızı doyurmak da bizi mutlu ederdi. Hele hele, bizim sokaktan meraya top oynamaya gittiğimizde de sanki başka bir köye gitmiş gibi olurduk. Orada nazikçe ve güler yüzlü karşılanmak, çift kale maçtan sonra eve dönerken yaşadığımız olay   bambaşka bir mutluluktu.

Sonra da bayram telaşları başlardı, gece uyuyacağımız zaman başucumuza koyduğumuz ve her iki bayramda giyeceğimiz olan ve birazca bol elbise ve ayakkabılar, en şahane bir şekilde yerini alırdı. Tabii ki hepsi bayram hatırına ve çocukluk aşkınaydı.

Ara sıra da hasta olurduk, nane, limon, ada çayı, ıhlamur ve mercan köşk kaynatılıp verilirdi. Bunlar iyileştirmezse de bir aspirinle geçiştirilirdi. Büyükler hasta olunca da, kocaman hap olan GRİPİN’i yutarlardı. Üzgünsek  ana kucağı , yalnız ve hüzünlüysek  babalarımız vardı. Parasız ve çileli mevsimlerde mutlaka mutlu olmanın yollarını bulurduk.

 En hüzünlü zaman ne zaman olurdu bilir misiniz. Evin kızına talip çıktıktan sonra yapılan düğünün ardından sonraki durum en hüzünlü zaman olurdu. Bahçeyi süpürürken kullanılan çalı süpürgesi, damdaki  sarı inek su içerken, kümesteki çilli horoz ,evdeki çatal ,kaşık ve tabaklar ve bir de  elbise dolabının çekmecesinde  kalan iğne, iplik ,tığ ve dantellerin hepsi öksüz ve yetim kalır , evin kızı gittiği için.

Evet sayfa dostları,  uzunca bir aradan sonra sizlere bir şeyler paylaşmak istedim. Zira üzerime çöken ağır sağırlık sendromuyla yazmak zor oluyor. Ancak, bugün ne var ki, hiç kulaklık kullanmadan sesleri duyuyorum. Tıpkı, eski günlere yakın bir hali yaşıyorum. Zaman zaman böyle ekstralı günlerim oluyor. Hazır bu mutlu anımda tatlı hatıraları canlandırmak güzel olur diye bu anı yazısını yazdım. Ola ki bir eksikliğim veya yanlışım olursa af ola. Bu vesileyle, yukarıdaki yazımızda isimleri geçen ve rahmetli olanlara ALLAH’tan rahmetler diliyorum. Sağ olanlara da selamlar olsun. 

Saygılarımla.