Ahmet AKGÖNÜLLÜ


BEN AHMET

BEN AHMET


BEN AHMET

Ben Ahmet. Altı kardeşin dördüncüsü olarak tek göz odalı bir evde doğmuşum. Babama sorarsan okuma- yazmayı askerde öğrenmiş. Annem hiç okula gitmeden hayata gözlerini kapadı. Babaannem İkinci Balkan harbinden dokuz yaşlarında kaçarak gelmiş. Annem Karamanoğullarına dayanır. Önce sürgün edilen; sonra Osmanlı dağılırken tekrar Anadolu’ya dönen ve Niğde ye yerleşen bir aileden gelme. Babam babasını annem de annesini hiç hatırlamıyor. Annem dört beş yaşlarındayken annesini kaybetmiş. Dedemi ben de hatırlarım.

Tekrar kendime anlatmaya devam edeyim. Altı kardeşin dördüncüsü. Ablam Ayten, abilerim Halil (merhum), Şaban ve ben. Benden sonra Gülten ve sonuncu Mustafa

Ben dünyaya geldiğimde Annem, babam ve abilerim sevinmişler mi bilmem, elbet sevinmişlerdir. Ancak çocukluğumda hiç saçımın okşandığını, özel bir şey yaşadığım çok az şeyler vardır. Köy hayatında ne kadar çocuk o kadar işçi. Zira o dönemlerde makineli tarım yok; her şey insan gücüne dayalıdır. 

Dedim ya Ben Ahmet.

Bizim kuşağın hepsinde olduğu gibi benim de hiç oyuncaklarım olmadı. Dokumadan yapılma, don, tarhana en iyi aşımızdı. Öküz kabağından arabalarımız, kargıdan atlarımız vardı. Öğle yemeğimiz bir parça köy ekmeği, üzerine de biraz salça sürerdi annelerimiz. Köyümüz Mütevelli’de.

Topumuz ip veya eski paçavradan yapılırdı. Ama mutluyduk, insanların yüzü gülerdi. Evlerimizde kilit yoktu, bahçe duvarları genelde kargıdan yapılmış çitlerdi. Akşam olunca bütün kardeşler o tek odalı kerpiç evde toplanırdık. Yer sofrasında hepimiz aynı çanağa kaşık sallardık. Evimizin kapısında kilit yoktu ama kocaman bir çapa sapı dayaklardık. Yani alarmlı bir çapa sapı. Şimdiki nesle çapayı pek tarif edemeyiz ya neyse. Ama benim aklımdan hiç çıkmaz. Daha kalem tutmayı öğrenmeden pamuk çapasına gitmeye başlamıştım. Ne demiştim; ne kadar çok çocuk; o kadar amele. 

Yoksulluk gırtlağı geçiyor. Bu sebepten Altı kardeşten sadece ben ilkokuldan sonra okuma şansını yakalamıştım ve bu yüzden şanslıydım. İlkokul çağına gelmiştim artık, İlk öğretmenim Mihriye hanımdı. Siyah önlük,  beyaz yakalık okul kıyafetimizdi.  Beyaz naylon ayakkabı yazlık ve lükstü. Köy hayatında en yüksek mertebeli kişiler öğretmendi, o günden sonra öğretmen olmayı istemiştim. Hamdolsun bu emelime de ulaştım. Güzel komşularımız vardı. Almancı Muharrem abi, ekmeğini çok yediğimiz Atiye abla ve Hacı Rıza amca ve karısı. Hiç unutmam akşam karanlığı basınca Rıza amcanın elinde küçük bir kargı parçası, hepimizi evlerimize kovalardı. 

Tekrar sizi tek odalı eve götüreyim.  Tek odalı evimizin bir küçük, bir de biraz büyükçe penceresi vardı. Küçük pencerenin baktığı yerde üstü kapalı ahıra benzer yer vardı ve atımız oradaydı. Akşamları bize bakar, arada cama dokunurdu. Odanın bir köşesinde ocak, bir köşesinde yüklük dediğimiz yatakların toplanıp istiflendiği yer vardı. Ama mutlaka bir duvarında gaz lambası asılıdır.  En kıymetli odur. En büyük gördüğümüz sarı Yirmibeş kuruş.  Delikli iki buçuk kuruşların orta deliğine iğde çekirdeği geçirir, döndürürdük.  Ne eğlence de mi. Şimdiki çocukların oyuncakları çeşit çeşit, hatta elektronik. Uzaktan kumandalısı, bilgisayarı...

Hâlbuki biz delikanlı çağımızda köyümüzdeki bir Almancı sayesinde televizyon görmüştük. 

      Ortaokula başlama zamanı gelmişti, bende bir heyecan ki sorma. Halil ağabeyim Terzi Latif’ten bana çok güzel bir lacivert takım elbise diktirmişti. Babam ayakkabı almış.  İlk defa ayakkabım olmuştu.  Ne derlerdi İskarpin ayakkabı. Ancak ayağımın altını taş kesmiş ve iltihaplanmış balon gibi şişmiş olduğundan giyememiş ve ayakkabılara bakıp ağladığımı unutamam.

Ortaokulu köyümüzde henüz olmadığından Saruhanlı’ya giderdik. Minibüs şoförümüz Muhlis amcaydı.  Yoklama ile alır ve bırakırdı. Liseye başlamıştım artık. Manisa Ticaret Lisesi. Amcaoğlu Rıza ile beraberdik. O yıllar henüz sağcı solcu ayrımı başlamış, kavgalar da yoğunlaşmıştı. Birbirimizden farklı düşünür ama birbirimizi de kollamaktan geri durmazdık. 

      Nihayet İzmir’de yüksekokula başlamıştım. Ülke çok karışık, tehlike her taraftaydı. Bu sebepten Babam okula gitmemi istemiyordu. Üç yıllık çileli günler sonunda tam mezun olduk derken ülke 12 Eylül 1980 sabahı ihtilalle uyandı. Çok şükür okul bitmişti. Görev bekliyordum. Köyümüzde beş kişiydik.

 Salih, Kadir, Mevlut, Ali ve ben... 

Ve göreve başlama...

İzmir'e trenle Ankara ve oradan Kars…

Veee köyümden çıkış, yıllarca bitmeyen bir gurbet. 

Gelelim sonuca. Bugün benim nüfusta yazılana göre doğum günüm.  O zamanlarda hangimizin doğru yazılı doğum tarihi var ki diye bilmiyorum. Bir gün anneme sordum. Verdiği cevap harman zamanıydı dedi. Ege’de harman zamanı haziran başıydı. Erzurum’a göre Ağustos sonu olur, bazen de harman kalkmadan kar yağar.  Zira Kars’ta gördüğüm vakalardan. Ablama soruyorum, hatırlamıyorum diyor. En iyisi nüfus memurunun yazdığına inanalım dedim. Hiç doğum günü kutlamamıştım. Taa ki geçen seneye kadar. Didim’de en iyi dostum Cengiz akşam yemeği bizdeyiz deyince gitmiştim. Yemekten sonra bir hareketlenme başladı. Aman aman pastalar, kekler, çaylar... 

İşte ben... AHMET...

Koca bir ömür, hiç bitmeyen gurbet. Keşke annem sağalsaydı da dizine yatsaydım...