Haberi Sesli Oku
  • BIST 100

    9285,26%2,81
  • DOLAR

    34,49% 0,10
  • EURO

    36,41% 0,19
  • GRAM ALTIN

    2956,69% 0,74
  • Ç. ALTIN

    4955,48% 0,56

KAPİTALİZM, KRİZ VE SADAKA KÜLTÜRÜNÜN TEMELLERİ

KAPİTALİZM, KRİZ VE SADAKA KÜLTÜRÜNÜN TEMELLERİ

Monthly Review, 1949’da Paul Marlor Sweezy ve Leo Huberman tarafından çıkartılan sosyalist bir dergidir. Özellikle ABD ve Batı dünyasında Marksizm ile radikal devrimci akımları canlı tutan ana kaynaklardan biri olarak gösterilmekte.

SARUHANLI - Monthly Review, 1949’da Paul Marlor Sweezy ve Leo Huberman tarafından çıkartılan sosyalist bir dergidir. Özellikle ABD ve Batı dünyasında Marksizm ile radikal devrimci akımları canlı tutan ana kaynaklardan biri olarak gösterilmekte.

Sweezy, Paul Baran’la birlikte kaleme aldıkları “Tekelci Sermaye” (1966) adlı kitapta kapitalizmin kronik krizlere yatkınlığından söz etmiş dev şirketlerin egemenliğinin dünya kaynaklarını insafsızca kullanması, israfçılık ve savaş ekonomisiyle bağlantılarını açıklamıştı. Monthly Review Dergisi’nin editörü John Bellamy Foster ise “Neoliberalizm ve Kriz” adlı kitapta (Kalkedon Yayınları tarafından derlenip yayına hazırlanmış) kapitalist sistemin egemen olduğu dünyanın kimsenin nasıl “başa çıkılacağını” ya da durduracağını bilmediği yeni bir krizle daha baş başa kaldığını belirtiyor…

Bütün dünya kriz sonrası kurtarma paketleri açıklarken Türkiye ve özellikle İstanbul hediye çeklerini, doğalgaz abonelerine yaz ortasında verilen kömür torbalarını konuşuyor. Zamlar ve zehir de cabası. Kamu ve dış ticaret bütçesi açıkları gibi gerekçelerle İMF’ye kredi için başvurulması ise seçim öncesi uygulanan sadaka ekonomisiyle çelişiyor…

Peki AKP’nin seçim öncesi jestleri ne anlama geliyor? Hiç gündemde yokken birden ortaya atılan yasa tasarısı ile dağıtılan yardımlar tipik bir diğerkâmlık (Comte’cu altruizm) mı yoksa oylara konulmuş ipotek mi sayılmalı? Krize teskin edici ilaçlar kullanarak sadece vicdanlarımızın harekete geçmesi mi yoksa sadece burjuva hukukuyla aklıevveline mi güvenmemiz bekleniyor?

AKP ekabirlerinin kendine has bir dili ve jargonu vardır. Kriz tartışmalarında başbakanınkiler depreşti. Sokaktaki vatandaşa göre pusulasız yol alan kaptan, nemelazımcılıkta bu kısır tartışmaları da bir odağa dönüştürecek, hükümetinin somut bir önlem paketi (İMF parası, Arap sermayesi ile işçi dövizlerini çekmek istemek yanında) sunamaması veçhesiyle yine tepki doğurarak kendi taraftarlarının gözünde karizmayı iyice çiziktirmeye başlayacaktı.

Sözcü gazetesinden Murat Muratoğlu “İşadamlarının AKP aşkı sona mı erdi?” diye soruyor şöyle devam ediyordu: “Önceki dönemin kaymağını yiyen işadamları 2007 seçimlerine geldiğimizde AKP’ye tam destek ile yola devam dedi. Reel Kesim Güven Endeksi 112.4 iken 2.dönemine başlayan AKP işler biraz ters gidince sağladığı güveni iyice kaybetti. Ve bu endeks Kasım 2008’de 45.6’ya kadar geriledi” (22 Aralık 2008)…

Son krizde de tartışmalar tüketimi pompalayacak ve piyasaları canlandıracak paranın dışardan gelmesini bekleyen İMF’cilerle Türkiye’nin kendi kendine yeter (otarşi) bir ülke olma potansiyeline inanan karşı taraflar arasında sisteme dair ciddi açılımlar getirecek bir hissi yaratamayacaktır. 

Krizin 2007'den önce sinyallerini verdiği Türkiye’de neler konuşuluyor; Başbakan Dünya Kadınlar Günü nedeniyle düzenlenen bir törende genç nüfusun önemine değinip ailelere en az 3 çocuk öneriyor ve bakın ne diyor: “Benim 4 tane çocuğum var. Memnunum, keşke daha fazla olsaydı”… 

Başbakan kadın örgütlerinin büyük tepkisini çeken açıklamasını 5 yıldızlı otelde düzenlenen Aile Şurası’nda da tekrarlıyor. Katıldığı 5. Aile Şurası’nda Eski Almanya Başbakanı Gerhard Schröder ile uluslararası bir toplantıda yaptıkları aile konusuna ilişkin sohbeti anımsatarak Schröder’in Alman ailelerindeki yaşlanmadan söz ettiğini “Öyle bir gün gelecek ki belki yine biz sizin kapılarınıza geleceğiz” dediğini anlatıyor ve ekliyordu: “Belki herkese iş bulamayabiliriz. Bulamıyorsak (Bu ülke demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti) diyorsak o zaman o sosyal denilen bölüm var ya onun içini iyi dolduruyoruz. Örneğin ailelere destekler vereceğiz'' Kasım ayı itibariyle ihtiyaç sahibi 106 bin kişiye bakım sağlandığını itiraf eden Başbakan bu konudaki hizmetlerin artarak devam edeceğini kaydederek bütün bu çalışmaların sadece aile kurumunun güçlenmesi için yapıldığını savunuyordu… 

19. Yy'ın sonuna doğru İngiltere’de de Türkiye’de olduğu gibi “Yoksullara Yardım Yasası” tartışılmakta ve yasanın uygulama alanı genişletilmeye çalışılmakta. Amaca ters düştüğü için bu yasaya karşı çıkar Malthus ve 1798 yılında “Nüfus ilkesi Üzerine Bir Deneme (An Essay on the Principle of Population)” adlı kitabı yazar. Ne tesadüftü ki “Ben İstanbul’un İmamıyım” diyen R.T.E. gibi Malthus da din adamı; bir papazdır fakat “Malthusçuluk” diye anılan görüşleri onunkilerle taban tabana zıttır.

Malthus’a göre her 25 yılda nüfus geometrik olarak artıp ikiye katlanırken gıda maddeleri artışı ise aritmetik bir dizi izler. Yardımlar aslında çocuk sahibi olmayı teşvik ederken, dolayısıyla nüfus sınırlanmadığı takdirde gelecekteki yoksulların sayısını da arttırmış olacaktı. Sonuçta Malthus da klasik bir İngiliz iktisatçısıydı, 18.Yy’da İngiltere’de de hala imtiyazlı sınıfların hâkimiyetinde iktisadi liberalizm savunulmakta idi…

“Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu”nda Max Weber, “Kapitalizm ve Yahudiler”de Werner Sombart üretim, birikim ve harcama gibi davranışların kökenini Protestan ahlâkı ve Yahudi dininin değerlerine dayayarak kapitalizmin yükselişi ve kapitalist üretim arasında bağ kurmaktadır. Günümüzde ise “A Farewell to Alms (Sadakalara Veda)” da Gregory Clark’ta olduğu gibi refah ve gelişimi zengin ve üst sınıfların gen farklılığına yoranlar, yoksulluktaki sebeplerinden biri olarak Malthus tezini reddediyor olsa da kapitalist değerlerin kalıtsal yayılmasına ilişkin ırkçı, dinci ve sınıfçı önermeleri insanlar arasındaki eşitsizlik ve şiddeti açıklamaya yetemiyor.

Karl Marks “Kapitalist Birikimin Genel Yasası”nda “nüfus teorisyenlerinin çoğu Protestan papazlarıdır” derken “bu nazik sorunun, saygıdeğer Protestan teolojisinin ya da daha doğrusu Protestan kilisesinin, dün de, bugün de tekelinde bulunması çok ilgi çekicidir” diye de ekliyordu (Kapital cilt 1).

Dünyadaki 6,5 milyar insan ABD’deki küçük bir grubun oligarşik (establisment) güdümündedir. Buna karşılık dünya nüfusunun yüzde 70’i açlık ve yoksulluk koşullarında yaşamını sürdürüyor. Dünya ticaretinin yüzde 70 i çok uluslu şirketler arasında cereyan ediyor. 500 en büyük çok uluslu şirket yabancı sermaye yatırımlarının yüzde 80’ini, dünya üretiminin yüzde 30’unu yapmakta. Gıda maddeleri alanındaki çok uluslu şirket yoğunlaşması çok daha büyüktür. Beş çok uluslu şirket dünya tahıl ticaretinin yüzde 90’ını denetliyor. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) açıkladığı rapora göre, dünyada 1 milyara yakın insan yoksulluğun en alt sınırında yaşıyor. Maslow’un güdülere dayanan hiyerarşik sisteminin sonundaki “Topluma Katkı gereksinimi” olarak ifade ettiği basamağı gerçekleştirmek hiyerarşik sistemin daha ilk basamağındaki fizyolojik ihtiyaçları karşılanamayan milyarlar için hiçbir anlam ifade etmiyor.

Krizler yoksullara ayrılan kaynakların daha da kısılması anlamına mı geliyor? Dünyada bu konuda neler yaşandığını örneğin 1994’te Johannesburg’ta yaşamına son veren gazeteci Kevin Carter’ın trajik fotoğrafından anımsamalı. Kevin Carter Pulitzer ödülünü yanı başındaki akbabayla ölümü bekleyen aç bir Afrikalı çocuğun resmini çekerek almaya hak kazanmıştı. Edebiyat dalında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü alan Yaşar Kemal’in davetlilere hitaben Başbakanın da hazır bulunduğu törende yaptığı konuşmada durup dururken “milyonlarca insan açlıktan ölüyor” diyerek “Ya insanlık yok olacak ya bu sistem yok olacak” diye de eklemesi ise boşuna değil: 

"İnsanlık çok kötü günler geçiriyor. Edebiyatım umurumda değil namusum umurumda. Dünyamız değişti. Birçok hayvanın, bitkinin, böceğin, kuşun soyu tükendi. Bu bir felaket. Yazık olur bu dünyaya insanlığın sonu gelirse". 

Bu sözler kaynağını Anadolu’nun börtü böceğinden ot ve çiçeğinden alan dünya çapındaki romancının isyanıdır. Başbakan ise törende öğrenciyken sadece İnce Memed'i okuduğunu açıklamıştı. Zeliş’i de okusaydı ve onu da okumuş olduğunu söyleyebilseydi keşke. Çünkü Zeliş, Necati Cumalı’nın yoksulluk yüzünden babasının borçlusuna vermeye çalıştığı genç bir kızın öyküsünü anlatır.

Çıplak Vatandaş (Yön: Başar Sabuncu) filmindeki gibi çarpık düzende tüm çabasına karşı ailesine para yetiştiremeyip kafayı üşüten 5 çocuklu İbrahim’in (Şener Şen) halini örnek olarak alan aklıselimler için de bu öneriye anlam vermek zordur. Hatırlarsanız daha sonra Başbakan bu kez “En az 3 diyorum” diye ekleyip farklı bir mesaj vererek yine gündemi başka bir tarafa çekmeyi başarmıştı.

Başbakanın 3 çocuk çağrısından sonra AKP Trabzon milletvekili Mustafa Cumur da 4 çocuk yapılmasını önermişti. Mustafa Cumur’un gerekçesi ise işsizlik, göç gibi nedenlerle nüfusun azalarak Trabzon’da milletvekili sayısının düşmesini önlemekti. 

Türkiye’de doğurganlık oranları ortalaması yüzde 2.5 civarında. Son yıllarda düşme görülmüştür (yüzde 6-7’lerde seyrediyordu). Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde ise doğurganlık oranı diğer bölgelere göre oldukça yüksektir. Batıda yüzde 2, doğuda yüzde 4-4.5 düzeylerdedir. Ortalama yıllık nüfus artış hızı Karadeniz’de de yüksektir. Bölgedeki ortalama yıllık nüfus artış hızı binde 3’dür. Doğurganlık oranı doğuda batıdan yüksektir. Türkiye’nin en gelişmiş bölgesi olan Marmara bölgesinin nüfus yoğunluğunun yüksek fakat doğurganlık oranının en düşük olması en fazla göç alan bölge olduğunu göstermektedir. Ayrıca Karadeniz bölgesinde de nüfus azalması dikkat çekmektedir. Bu durum doğurganlık oranı göreli olarak yüksek olan bu bölgeden diğer bölgelere yoğun bir göçün olduğuna işaret etmektedir. 

Türkiye nüfus büyüklüğü açısından dünya sıralamasında 20. sırada bulunmaktadır. Az gelişmiş ülkeler gelişmiş ülkelerle nüfus özellikleri bakımından karşılaştırıldığında az gelişmiş ülkelerin doğum oranı ve nüfus artış hızının yüksek, genç nüfusun oranının fazla olduğu görülmektedir.

DİE'nin açıkladığı son nüfus istatistiklerine göre Karadeniz bölgesi Türkiye'nin en hızlı göç veren bölgesi, üstelik bu bölgenin doğurganlık oranı düşük de değil. Buna karşılık Trabzon kilometrekareye düşen insan sayısı bakımından 209 kişiyle Türkiye'nin nüfusu en yoğun beşinci ili. İstanbul, Kocaeli, İzmir ve Hatay'ın ardından geliyor. Karadeniz’de işsizlik ve yoksulluk çok yaygın ve burası Türkiye'nin en yüksek tarımsal istihdamına sahip bölgesi. Tarım istihdamının toplam istihdama oranı Türkiye'de yüzde 48.4 iken, Trabzon ve Rize'de yüzde 64.3, Ordu'da yüzde 73.5, Gümüşhane'de yüzde 76.5, Giresun'da yüzde 70.3 ve Artvin'de yüzde 60.9 düzeyinde. Örneğin Trabzon'da şehir nüfusunun oranı yüzde 49.1, yani nüfusun yarısı hala kırsal alanda yaşıyor. Ancak herkesin arazisi çok küçük ve doğurganlık oranının Türkiye ortalaması düzeyine düşmesinde kente göç yanında, eğitim düzeyinin yükselmesi de etken. (Kaynak: Karadeniz Krizini Asıl Şimdi Yaşıyor İşte Bölgenin Ekonomik Resmi, Abdurrahman Yıldırım, Sabah Gazetesi, 03 Ağustos 2005)… 

Kendi halinde yaşayıp giderken nereden çıktı şimdi yine bu kriz diyen sokaktaki sade vatandaş bile İMF’den hayır gelmeyeceğini anlamışken alınan bu borç niye diye de sormadan edemiyor. Kriz, kimine göre seçim kimine göre geçim, kimine göre mikro ekonomik kimine göre makro ekonomik sebepten ister istemez hakkında çok yazılıp konuşulan konuya dönüşünce sır ve ezoterik bir kavram olmaktan çıktı. Tabi ki bazen sıkça başvurulan teürji ve safsata gibi çareler kriz gibi kapitalizm için başlıbaşına sorunsal olan konularda sökmediğinden herkes yaşamını normal akışıyla sürdürmeyi sağlayacak bir çözüm (ya da önlem paketi) uygulanmasını istemekte. İMF’yle yapılan kredi anlaşmasının gündeme gelmesinde ise iktidar kadar patronlar klübünün de etkisi olmuştu.

Hükümetlerin ise önlem paketlerini açıklarken borç aldığı IMF’nin talimatlarını göz önünde bulundurmaları kaçınılmazdır. IMF Başkanı Dominique Strauss- Kahn, “Hiçbir ülke finansal krizden muaf değil” demişti. Bütün hükümetler İMF’ci değil miydi zaten, AKP de diğer hükümetler gibi İMF’nin çizdiği programa sadıktır. Başbakan’a ait “bize bir şey olmaz”, “bizi teğet geçti” ve “kriz inişe geçti” gibi söylemler başlı başına bir anlam ifade edebilir mi? Yeni İMF Başkanı “Borç verirken kendi ideolojik çizgimiz ve kriterlerimizi göz önünde bulunduracağız” şeklindeki sözlerle de bunu açıkça ifade etmektedir.

İngiltere’de yayınlanan sol eğilimli The Independent Gazetesi de Batı’nın Türkiye'deki otoriter laiklerle Müslüman demokratlar arasındaki gerilimde AKP'nin yanında yer alma eğiliminde olduğunu ifade ediyordu. AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn AKP’nin kapatma davası sırasında AKP kapatılırsa Türkiye’nin tam üyelik müzakerelerinin askıya alınabileceğini ifade etmesi AB’ye bağımlı bir ülke olan Türkiye’de aslında daha fazla reform bekleyen Batı için liberal AKP’nin daha akla yatkın bir seçenek olduğunu gösteriyor…

TC sermayesinin dışa bağımlılık hali proaktif olmasına asla fırsat tanımaz. Fakat nedense mücbir sebepten farz edilen ekonomik ve sosyal hadiseler karşısında her daim Türkiye’de reaktiflik, emekçilere karşı sanki haklı gösterilip kendini savunma bir tür müziç bir iztirar hali mevcuttur. 1970’lerde otoriter ve totaliter (bütüncül) şeklinde ülkeleri sınıflayan da ABD’dir. Totaliter yapı Amerikan tarzı propagandist bin bir hile ve düzenle kısmen ortadan kaldırılmış olsa da otoriter (buyurgan) yapı yine ABD tarafından dayatılmıştır. 1950’lerden sonra başlayan Amerikan destekli kurumsallaşma (iktidar erki, medya erki vs.) 12 Eylül’den sonra tahkim edilerek sekterizm ve sol anti-emperyalist mücadelenin sindirilmesiyle sonuçlanmıştır.

Küresel ekonomik kriz paradan para kazanma döneminin ürününden de başka bir şey değildi. “Borç almak köleliğin başlangıcıdır” diyen büyük yazar Victor Hugo'nun sözünü hatırlayalım. Ancak tarihin en sistemli iaşe ve yakacak organizasyonuna karşı sedatif etki ile tepkileri bir derece pasifize edilen biçare ve pek mümeyyiz görünmeyen toplum için hem ekonomik konjenktür (gidişat) hem kralın çıplak olup olmadığı sonuç itibariyle anlaşılacaktır. Bir süre daha tatlı sözlerle ve çeşitli hediyelerle oyalanmak halk tabiriyle ağza çalınan bir parmak bal anlamına da geliyor.

Sonunda bedava sirkenin baldan mı tatlı yoksa matah bir şey olup olmadığını zaman mutlak surette gösterecek ancak emekçiler açısından daima kendi sırtına yüklenmesi demek de olacaktı. Çünkü İMF’den gelecek olan 25 milyar dolarlık kaynağa karşılık eski ödeme planına göre 1 yıl içinde İMF’ye geri ödenecek 50 milyarlık borç daha var. Borcun yeni bir borçla ödenecek olması İMF’nin asgari ücret pazarlığında da görüldüğü gibi taraflık ve ücretlere tahdit dayatması anlamına geliyor

Din siyasette araç olarak kullanılmış, 12 Eylül ırkçı ve gerici partilerin iktidar yolunu açmıştır. Dünya’da ve Türkiye’de sosyal devlet ve ulusal politika arayışları gündemde ancak ANAP ve 1980 sonrası özelleştirme uygulamalarıyla dış pazarlara bağımlılık arttırılmıştır.

İleri teknoloji transferi ve istihdam yaratmak amacıyla baş tacı edilen yabancı sermaye gelişmekte olan ülkelerin öz kaynaklarını (vergi muafiyeti, ucuz arazi vs.) teşviklerle ele geçirmekte şirket satın alma ya da birleşmeler yoluyla da ulusal ekonomileri denetim altına almaktadır. “Küreselleşme ve Direniş” adlı kitabıyla tanınan ABD’li sosyolog ve siyaset bilimci James Petras “Türkiye Derviş ile özelleştirme ve liberalizasyon, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, emek pazarının kuralsızlaştırılması sürecini başlatmıştı” diyordu. AKP ise “babalar gibi satarım” diyerek Halk ve Ziraat Bankası dışında Türkiye’nin banka ve finans sektörünün yarısını yabancılara devretti. Hizmet sektörünün yüzde 75’i yabancıların kontrolü altına girdi. KİT’ler tasfiye edildi. Tarım, sanayi, iletişim ve enerji gibi işkollarındaki önemli kuruluşlar yabancı sermayeye aktarıldı.

AKP’nin uyguladığı politikalar Osmanlı Devleti’nin çöküş ve parçalanma dönemine de benzetiliyor. Türkiye ekonomisi adeta mandacılık tipi sömürge ve vesayet altındaki ülkelerin durumunu anımsatıyor. Başbakan çeşitli kürsülerden mütemadiyen “BOP’un eşbaşkanıyım” şeklinde müşabih lafları müftehir tavırla dile getirirken Erol Manisalı, 10 Kasım 2008 tarihli yazısında gerçeğin üstüne basarak “Amerikan başkanları ise kapitalist oligarşinin emirlerine uymakla yükümlü yöneticilerdir” demekte. Ilımlı İslâm projesi Türkiye’de BOP’un bir parçası olarak devreye sokulmuştur…

İMF (İnternational Monetary Fund), emperyalistlere hizmet en önemli kuruluşlardan birisidir. Sermayesinde ve kararlarında ABD’nin tayin edici rol oynadığı bir finans kurumudur. Bretton Woods Konferansı sonucunda (ABD’de) 1945’te kurulan İMF 1947’de finansal operasyonlarına başlamış ve 1998’den bu yana neoliberal programı uygulamaktadır. Amacı doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını (yabancı bankalar, yabancı şirketler ve tarımsal üretimin kısılması) teşvik etmektir. İthalat, tüketim ve yüksek faizli borçlarla ulusal ekonomileri batağa sürükleyen İMF tekellere ve çok uluslu şirketlere bağımlı kılarken özelleştirme, hayat pahalılığı ve işsizlik gibi sorunlara yol açmaktadır. Güney Asya ülkelerinde siyasi istikrarsızlık ve vahim sonuçlara yol açan başarısız bir neoliberal politika aracı olmuştur

IMF’yle yapılan anlaşmalar stand-by adını alır. Kullanmak amacıyla üye ülkelere kota koyar. Aslan payı ABD’nindir. Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa onu izler. İMF emri altına giren ülke istikrar ve ödemeyi garanti edecek programı yani niyet mektubu (letter of intention) taahhüd eder. Türkiye ise İMF’nin en sadık müşterisidir…

Kapitalist liberal politikalar krize girdiğinde yine kapitalist sosyal demokratik keynesyen politikalar devreye girer. Keynesyen model kapitalist pazarın canlandırılması için devlet harcamalarının arttırılmasından başka hiçbir şey değildir. Aslında yaşanılan her kriz yeni yeni tekelci oluşumlara yol açmaktadır. Bütün büyük krizler (buhranlar) büyük kârları hedefleyen kapitalist spekülatörlerin eseridir. Ergin Yıldızoğlu, “salt sermaye için değil sınıflar arası ilişkiler açısından kriz bir yenilenme anıdır” diyor (Cumhuriyet, 22 Ekim 2008). Marks, kapitalist krizi yok oluş olasılığının ortaya çıktığı an değil aynı zamanda sermayenin yenilenme ve temizlenme süreci olarak görüyordu (Kapital Cilt 1-3). Krizler verimsiz yapılar, fazla kapasite, fazla mallar ve fazla işgücü tasfiyesine neden oluyor. Bazıları devlet tarafından korunmak isterken ayrıcalıklı sınıflar krizin maliyetini ise topluma yüklüyor ve sermaye merkezileşip emek süreleri yeniden düzenleniyor

Mustafa Sönmez “kriz son tahlilde sermaye birikimi sürecinin aksaması, kâr oranlarının veri bir duruma göre düşme eğilimi göstermesi demek” diyor (100 Göstergede Kriz ve Yoksullaşma, İletişim Yayınları, 2002). Krizin aşılması demek sermayenin yeniden üretimi için yeni bir model yeni bir format bulması demektir diyen Sönmez her krizin bir yeniden yapılanma bir ayıklanma süreci olduğuna işaret ediyordu. Karl Marks’ın deyimiyle sadece sermayedarların çalışanları mülksüzleştirdiği bir dönem değil kapitalistlerin de kapitalistler tarafından mülksüzleştirildiği bir dönemdir. İşletmeler açısından sonuç iflas, tasfiye, el değiştirme veya birleşmeler idi.

Yeniden şekillenme ekonomik olduğu kadar politik ve sosyal alanda da yaşanır. Türkiye’de ise Anayasa, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyor ama milli servetin önemli kısmını paylaşan aile sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor. KİT ve bütçe açıkları, fonlar ve yerel yönetim harcamaları derken 2001 krizinin Türkiye’ye faturası 130 milyar dolardı. Sabancı (döviz spekülasyonu yapan) ve Oyak gibi (bankacılık ile finans ve çeşitli faaliyet alanlarını birleştiren) holdingler 2001 krizini büyük kârlarla kapatmıştı. Buna karşılık hortumlanan, döviz borcu kabarık ve öz sermaye yapısı zayıf olan yerel ölçekli bankalar ve işletmeler batmıştır

1929’daki Büyük Buhran (The Great Depression) insanlık tarihinde bir kez oldu bir daha yaşanmaz deniyordu. Yeni küresel krizle bu sözler de anlamını yitirmiş oldu. 1929’da 4 bin banka batmış, 50 milyon kişi işini kaybetmişti. Toplam üretim yüzde 42, dünya ticareti yüzde 65 azalmıştı. Dünya’nın 1929’da yaşadığı büyük kriz 2.Dünya savaşının yol açtığı ekonomik canlanmayla kurtulmuştur. Sıcak savaşlardan daha ucuza gelen bir yatırım olarak ortaya sürülen liberal felsefenin “neo”su da iflas etmiştir

ABD'de geçen yıl konut piyasasında başlayan ve Birleşmiş Milletler'in ''yüzyılın krizi'', Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) ise ''dünya ekonomisinin 1930'larda bu yana karşılaştığı en tehlikeli finansal şok'' olarak nitelendirdiği küresel finansal kriz, dünya gündeminin en önemli maddesi olmayı sürdürüyor. 2008 başında petrol ve altın fiyatları yükselmiş, borsa düşmüş, mortgage kredileri geri dönmeye başlamış ve işsizlik oranı yükselmişti. İngiltere’de halkın önemli bölümü yoksullaşmıştı. Bankalar battı. Belçika’da enerji ve gıda fiyatları yükseldi. Almanya’da yoksulluk 4’te 1 oranında arttı. İtalya’da sosyal güvenlik, gelir adaletsizliği ve fiyat düzeyinin artışına sebep oldu. Türkiye’de ise kriz üretim ve talebin düşmesi, işyerleri kapanışları, büyümenin azalması, işsizlik, devlet ve reel sektör borçlarının artışıyla sonuçlanmıştır.

Yabancı ülkelerde önlem paketi mevduat güvencesi ve geçici mevduat sigortası devreye sokuldu. Dünya genelinde ülkeler toplam 5,5 trilyon doları aşkın kurtarma paketleri açıklamasına rağmen hala kontrol altına alınamayan küresel kriz, başta otomotiv sektörü olmak üzere reel sektörü de etkilemeye başladı. Küresel krizle baş edebilmek için Amerikan Merkez Bankası (Fed) ve diğer merkez bankaları tarihte görülmemiş şekilde koordineli olarak faizleri düşürürken, AB ve diğer bazı ülkeler bankalardaki mevduat garantisini artırırken, bazıları ise tam güvence getirdi. AB içinde kendi bankalarına yüzde 100 mevduat güvencesi sağlayan ilk ülke İrlanda oldu

ABD 700 milyar dolarlık finans sektörü kurtarma paketi uygulamaya soktu. Almanya tüm banka hesaplarını güvence altına aldı, en büyük ikinci kredi sağlayıcısı Hypo Real Estate ve ikinci büyük bankası BayernLB kurtarıldı. İngiltere mortgage bankası Bradford Bingley’e el koydu. 350 milyar dolarlık bankacılık destek paketi devreye sokuldu. İspanya’da 30 milyar euroluk fon oluşturuldu. Hollanda’da Fortis kısmen kamulaştırıldı. İzlanda’da ise devlet ülkenin üçüncü büyük bankası olan Glitnir Bank’ın yüzde 75 hissesini devraldı. Bu krizde Rusya borsası 2/3 oranında değer kaybederken, 1998’de de serbest piyasa ekonomisine geçtikten sonra kısa vadeli dış borçlarını ve hazine kâğıtlarını ödemekte zorlanmıştı. Rusya’da başta yolsuzluk, gelir dağılımı dengesizliği ve işsizlik olmak üzere sorunlar gün geçtikçe artıyor. 

1970’lerden sonra başlayan aşırı üretim ve kapasite fazlası, finans sektörünün devreye girmesi (aşırı sermaye birikimiyle Avrupa ve Japonya’da) ve ABD Merkez Bankası’nın (Fed) sistemin hakimi haline gelerek piyasalara faiz yoluyla müdahale etmesiyle krizler peş peşe başlamıştı. ABD merkezli kapitalist sisteme entegre olmuş yoksul veya az gelişmiş ülkelerin etkilenmeyeceğini öne sürmek (decoupling hipotezi) inandırıcılıktan yoksundur. Ekonomik Krizin asıl kurbanları her defasında yoksullar ve orta sınıf oluyordu. Meksika, Arjantin, Türkiye, Asya, Rusya vs arka arkaya krizler yaşamıştır.

Türkiye’de 2006’dan itibaren büyüme azalırken tüketim harcamaları düşmeye başlamıştır. TEPAV (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı) gibi kuruluşlar krizin Türkiye’yi de vuracağını açıklamıştı. Örneğin TEPAV’a göre kriz; kredi, portföy, tüketici davranışları ve dış ticaret olmak üzere Türkiye’yi dört koldan vuracaktır (2007 – 2008 Küresel Finans Kriz ve Türkiye: Etkiler ve Öneriler Raporu - TEPAV). Türkiye bu krizin de asıl altında kalacak ülkeler arasında gösterilmektedir. Krize karşı henüz ciddi bir önlem paketi açıklanmamıştır. İlk aşamada ise küresel kriz Türkiye’ye ihracatın azalması, yabancı ülkelere döviz aktarımı (sıcak para akışıyla portföyün boşaltılması), büyümede gerileme, kredi kaynaklarının tıkanması ve işsizlik artışı olarak yansımıştır.

 

(2)

Atlas Dergisi’ndeki (Sayı 101 / Ağustos 2001) bir soru dikkat çekiyordu. “Daha zengin ve yalnız bir insanlık mı düşlerdiniz yoksa daha çok paylaşan ve daha mutlu bir insanlık mı?” Üniversite yıllarında hocalarımızın bizden yanıtını beklediği başka bir soruyu daha anımsıyorum: “Teknolojinin geliştiği günümüzde mi, yoksa ilkçağlardaki insanlar mı daha özgürdü acaba?” Aslında bu soru insanlığın ilk çağlardan beri tartıştığı temel sorunlardan bir tanesini “egemenlik” ve “çelişki” kavramının ortaya çıkmasında vardığı aşamayı ortaya koymaktadır.

Ramazan çadırları ve toplu iftar yemekleriyle işareti verilen sadaka kültürü AKP’nin kömür torbaları ve erzak kolileriyle şirazesinden çıkarak sadaka dağıtan bir devlet modeli ortaya çıkarmıştı. Mustafa Balbay bir yazısında “sosyal devlet yerini sadaka sistemine bıraktı” diyordu.

Kısaca hatırlatayım. MÖ 7.Yy’da yaşayan Yunanlı bilgin Hesiod başlangıçta insanların sade ve basit bir yaşam sürdüklerini ifade eder. MÖ.4.Yy’da yaşayan Empedokles ise Hesiod’a katılarak “Altın (mutlu) Dönem”de hatta insanlarla hayvanlar arasında bile düşmanlık olmadığını çünkü doğanın bütün canlılara yeterli kaynağı sağladığını belirtiyordu. Bu dönem doğanın nimetlerinden beraber yararlandıkları hiç kimsenin kimseye egemen olmadığı henüz savaşlar ve çelişme (mücadele) olmayan bir dönemdir, fakat para ile servetin ortaya çıkması Demir (karmaşa) dönemini yani tahakküm ve cebir dönemini de başlatmıştı.

Bu görüşe karşı çıkan Demokritos altın dönemden demir dönemine bir geçişin söz konusu olmadığını insanların tersine daha olgun dönemlere ulaştığını ileri sürüyordu. Tarih içinde insanlar medenileştikçe karmaşa ve güçlüklerden de uzaklaşıp daha müreffeh bir hayata ulaşmıştı. Demokritos’un yaşadığı dönem Yunan felsefesinde "kozmolojik dönem" olarak adlandırılan M.Ö. 600'den 450'ye kadar süren ilk dönemdir. M.Ö. 450 civarı kısmen erken Yunan felsefesinin iç dinamiklerinden kısmen de siyasî koşullardan kay­naklı, Atina'da bir değişimin yaşandığı demokrasinin de başladığı dönemdi. Egemenlik kavramı medenileşme sonucuydu Demokritos’a göre. Bu konuya eleştiriler Fredy Perlman ve John Zerzan gibi anarko-pritimitivistlerden gelmiştir ancak John Moore’un “A Primitivist Primer (Primitivist Okuma Kitabı)’nda da belirttiği gibi nüfus konusunda bile anarko-primitivistler arasında bir fikir ve oy birliği yoktur. Anarko-primitivistler modern teknoloji ya da uygarlığa değil güç ilişkilerini biçimlendirdiğini ileri sürdükleri bütün sistemlere karşıdır.

Marks Engels’le birlikte kaleme aldıkları Alman İdeolojisi’nde ise geçim araçlarının üretimini yaşamı sürdürmek için gerçekleştirilen tarihsel ilişkiler ya da toplumsal faaliyetin temeli olduğunu ifade etmektedir:

“Ama yaşamak için her şeyden önce içmek, yemek, barınmak, giyinmek ve daha bazı başka şeyler gerekir. Demek ki, ilk tarihsel eylem, bu gereksinmeleri karşılayacak araçların üretimi, maddi yaşamın kendisinin üretimidir, ve bu, binlerce yıl önce olduğu gibi, bugün de salt insanlar yaşamlarını sürdürebilsinler diye günbegün, saatbesaat yerine getirilmesi gereken tarihsel bir eylem, bütün tarihin temel bir koşuludur”.

Hesiod'a göre tarih, sürekli bir dönüşün hareketidir. Yani tarih, altın dönemden başlayarak demir döneminden geçtikten sonra yeniden altın dönemine dönen bir yol izler. Demokritos’a göre ise insanlık tarihi sürekli bir gelişimdi. İnsan, tarihin akışı içinde, başlangıçtaki hayvan yaşamından sürekli uzaklaşarak daha iyi bir yaşama kavuşmuştu. Karl Marks’ın 1841'de hazırladığı doktora tezinin başlığı da “Differenz der Demokritischen und Epikureischen Naturphilosophie (Demokritos İle Epikuros'un Doğa Felsefeleri)” adını taşımaktadır…

Günümüzde insan nüfusu ve etkisi hızla artarken doğanın yok oluş süreci hızlanmıştır. Tarım Devrimi, Sanayi Devrimi, Bilgi ve İletişim Devrimi gibi süreçlerden sonra doğal süreç modernite sonrası kullanıma açılan coğrafya ile birlikte insan sayısının çoğalmasına karşılık diğer canlı türleri ve doğal yaşamı hızla tüketmeye başlamıştır…

İşsizlik, açlık, yoksulluk ve gelir dağılımı adaletsizliği toplumun başat sorunları. Yoksulluk özellikle doğu ve güneydoğu bölgesi olmak üzere bütün yurda yayılmış durumda. 8 milyon aileye kömür milyonlarca insana gıda paketi dağıtımının konuşulduğu bir ülke haline geldik. Her dört kişiden birinin açlık veya yoksulluk sınırında yaşadığı çalışma hakkından yoksun bırakıldığı bir ekonomik sistemle toplum yoksullaşıp iktidara kucak açar hale getirilmiştir. 

İşte bu manzaranın fotoğrafı kısa bir süre önce gazetelere Adana’da da yansıyordu. Doğu ve Güneydoğu illerinden göç edenlerin yaşadığı yoksul mahallerin çocukları karınlarını doyurmak için semt pazarlarında atılan sebze ve meyveleri topluyordu. Pazar esnafına göre böyle çocuk sayısı son 1 yılda 3’e katlanmış.

Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan bir araştırmaya göre Türkiye’de 06-14 yaş arası her 10 çocuktan birisi yoksulluk nedeniyle ilköğretim hakkından yoksundur (10 Eylül 2008). Öte yandan paralı eğitim sistemi ve eğitim alanında uygulanan özelleştirme politikası nedeniyle ilk ve orta öğretim gibi temel eğitim basamağındaki dengeler bile bozulmakta.

Aslında dışa bağımlılık ve yoksulluk, toplumun cehaleti ve çaresizliğini kullanarak fonlanıyor. Dün çeteleri finansa eden sömürgeci anlayış günümüzde öz varlıklarımıza teker teker el koyarken bir yandan da açıkça yanlış hükümet politikalarını destekliyor. Türkiye’de şirket kurtaran TMSF ile kömür, gıda vs. yardımı yapan belediyeler de dahil olmak üzere aslında bütün kurumlar hazineye, hazine de dış ülkelere borçludur. Borçlandırma politikası ilk başta bütün devlet kurumlarında yaygınlaşıp aşağıdan yukarıya doğru bir silsile izler görünse de en nihayetinde toplumun alt kesimlerini sürekli yutmaya hazır dev girdaplara benziyor… 

Kriz yüksek piyasa aygıtlarıyla (faiz, döviz, borsa vs.) işleyen küresel ekonominin aşırı üretim ve tüketim dengesizliğinin de bir sonucudur. Türkiye ticaretinin en önemli payını tekstil ve hazır giyim sektörü karşılamakta ve ihracatın (DTÖ verilerine göre) yüzde 83’ü ekonomik kriz sonucunda "derin ve uzun süreli" bir durgunluk içine gireceğini bildiren AB'ye yapılmaktadır. TÜİK’e göre 2007’de ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 63.1’di. Buna karşın dışarıdan başta petrol, demir ve çelik olmak üzere kara taşıtları ile bunların aksesuar ve parçalarını, değerli süs taşlarını ithal eden Türkiye’nin 2007 yılındaki ihracatı 107 milyar dolarken ithalatı 170 milyar dolar olmuş, 2007 yılında dış ticaret açığı, 2006 yılına göre, yüzde 16.3 artarak 62 milyar 833 milyon dolara yükselmiş ve 1 Temmuz 2007- 30 Haziran 2008'i kapsayan bir yıllık dönemde 72.1 milyar dolara ulaşmıştır…

Krizin vahameti anlaşıldıkça Başbakan’ın söylemleri de değişmekte. Krizle ilgili tartışmalar yerel seçim öncesi yarısı AKP’ye yandaş Türk medyasınca dile getirilmekten zaten kaçınılmıştı. Ancak Başbakan’ın “Küresel ekonomik kriz dünyada ciddi bir etki yarattı. İnşallah bizi teğet geçecek ve biz bunu en az zayiatla atlatacağız” (Radikal, 19 Ekim 2008) gibi sözlerine rağmen bir ciddi krizden dışa bağımlı Türkiye’nin etkilenmemesi beklenemezdi. Din üzerinden yapılan siyasetin sonucunda geldiğimiz, önce yoksullaştırılan sonra sadakaya alıştırılan ve teşhir edilen yardım kuyruklarındaki kalabalık ve izdiham manzaralarını anımsayalım. Sosyal devlet uygulamalarını sulandıran yöntemler sonucunda Deniz Feneri, Mercimek olayı vs. yargı konusu olmuşken de Şükran Soner Cumhuriyet Gazetesindeki köşesinde haklı olarak soruyordu: “Ya AKP’nin propagandasında da kullanılan devlet kaynaklarıyla yapılan yardımlarda yasal suç da işleniyor olmasının sorgulaması, hesabı olmayacak mı?” …

Sosyal yardım ve güvencenin tarihçesine baktığımızda çıkan yasa ve uygulamaların sınıfsal karakterli olduğunu ve fabrika sanayi kapitalizminin gelişmeye başladığı 17.Yy’da başladığını görürüz. Kapitalizmin temel ihtiyacı olan işgücü için çıkarılan ilk düzenlemelerin ortaya çıktığı ülke İngiltere’dir. 1601 tarihli yoksul yasası yoksulları güçsüz ve aciz yoksullar, düşkünler evi (almshouses) veya yardım evleri dışında verilen yardımlar (outdoor reliefs) aracılığıyla yardım edilen, çalışamayacak durumda olan hasta ve yaşlı kimseler ile çalışabilir acizler (paupers) diye iki kategoriye ayırmaktaydı.

Kamu kaynakları üzerinde yük olarak görülmeye başlanacak ve yoksul yasalarının temel ilkelerinden biri olan “hak eden” eden “hak etmeyen” yoksul ayrımı, sosyal politika tarihinde modern sosyal güvenlik sistemleri kuruluncaya kadar sürekli tartışılan bir konu olacaktır. Özellikle liberallerin 1834’te çıkan yeni yoksul yasası üzerindeki baskı ve düşüncelerinin etkisi büyüktü. 18 Yy. liberalleri başta Adam Smith yoksullara yardım için yapılan yasal düzenlemelere sert biçimde eleştiriler getirip karşı çıkıyordu. İkamet yasasını piyasa ekonomisi için gerekli olan emeğin serbest dolaşımını ortadan kaldırdığı için engel olarak gören Smith’e göre emeğin dolaşımının olmaması aynı zamanda da mal dolaşımının da kısıtlanması anlamına gelmekte idi (Adam Smith, An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations-Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Sebepleri Üzerine Bir Soruşturma), 1776). İngiliz kilisesi rahiplerinden Joseph Townsend ise 1786’da yazdığı “A Dissertation on the Poor Laws”da nüfusun açlık ile kontrol altına alınabileceğini ileri sürüyordu. Townsend'ın "ve toplumda en aşağılık, en pis ve en bayağı işlerin yapılabilmesi için daima bazı kimselerin bulunmaları bir doğa yasasıdır” şeklinde savunduğu görüşleri Marks, bunu da, özellikle yoksullar arasında faal olan nüfus ilkesinin sağladığını “sefaleti, zenginliğin zorunlu koşulu diye, zalim bir biçimde göklere çıkarmıştır.“ Kapital (Cilt-I) diyerek eleştirmektedir.

Karl Marks’a göre “Doğal nüfus yasası" denilen şeyin temelinde yatan kapitalist üretim yasasından başka bir şey değildi. Emeğin sömürülmesi kapitalist birikim sağlamak ve yeniden-üretimi için ücret artışının altta tutulmasını gerektiriyordu. Sermayenin kendisini genişletmesi için gerekli olandan çok daha fazla bir emekçi nüfusu, nisbi artı-nüfusu kendi enerjisi ve büyüklüğü ile doğru orantılı olarak durmadan üreten şey (emekçileri serbest duruma getirme işlemi) kapitalist birikimin ta kendisi idi. Büyük sanayi yedek bir sanayi ordusunun bulunmasını zorunlu bir koşul olarak görüyordu. Thomas Robert Malthus ise 1798’de “Nüfus ilkesi Üzerine Bir Deneme”de yoksul yardımlarının nüfusu artıracağını savunmuştu. Tarımsal üretimden imalat sanayine geçiş döneminde köylerden kasabalara ve kentlere akan nüfus çoğalmıştı. 1834’de çıkan yoksul yasasının hazırlanmasında faydalananlar açısından ahlâki dejenerasyona neden olacağını ileri süren Jeremy Bentham gibi liberallerin etkisi olmuştur. David Ricardo ise ücretleri düşürerek, yoksulluğu şiddetlendirdiğini iddia etmiştir. Modern kapitalizmin iyice oturması için (ekmeğin fiyatı artmıştı) 1846 yılında buğday ticaretini engelleyen yasa yürürlükten kaldırılmıştır. Bu dönemde yardımsever kuruluşlar ile işçi örgütlenmelerinin sayısında önemli oranda artış gerçekleşmişti.

Alman sosyal politikasının ve sosyal devletin gelişiminde iki aşama yoksul yardımları ve işçi politikasıdır. 1870 tarihli yardım bölgeleri yasasında (Relief Residence Law) yoksul yardımlarının yerel otoriteler tarafından yapılmasına karar verilmişti. Yoksul yardımları temelde sosyal düzensizliği engellemek ve çalışma etiği oluşturmak, çalışabilir durumda olup da yardım alanlara gözdağı vermek, nüfusun iç hareketliliğinin önündeki engelleri kaldırmak gibi amaçlar için uygulanmıştır. Bismarkyan paradigma (işçi politikası) ise 1848 sonrasındaki örgütlü sosyalist hareketlenmeyi bertaraf etmek, Alman bürokrasini harekete geçirmek gibi amaçları için uygulanmıştı. “Sosyal” kavramının ortaya çıkışı ile kapitalist üretim biçimi ve üretim güçlerinin ortaya çıkışı aynı paralellikte olmuştur. Kapitalist üretim için merkezi bir öneme sahip emek gücünün üretime katılımının devamlılığı, sosyal politika ve sosyal güvenlik gibi politika biçimleri kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Almanya’da sosyal güvenlik olgusuna hem kendi içindeki sınıf mücadelelerinin hem de uluslar arası alanda yeni gelişmekte olan yapıya karşı uyguladığı korumacı ekonomi politikalarının sonucu olarak bakılabilir.

Ülkemizde ise İmparatorluktaki sosyal güvenlik uygulamaları aile içi yardımlaşmalar, dinsel yardımlar, meslek kuruluşları olmak üzere üç kategoride toplanabilir. Dinsel kural ve geleneklere dayanan hayır kurumları Osmanlı’da yoksulların korunması açısından önemli rol üstlenmişlerdi. Zekât, fitre, sadaka ve bağışlar yoluyla yoksullara yardım yapılmıştır. Vakıflar ise daha organize sosyal yardım kuruluşları olmuştur. İmparatorluğun son dönemlerinde Darülaceze, Darüleytam ve Kızılay gibi kurumlar sosyal yardım açısından önem kazanmıştı.

Sosyal sigortalarla ilgili ilk yasa 27 Haziran 1945 tarih ve 4772 sayılı İş Kazaları, Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortaları Kanunu'dur. Bu yasaya paralel olarak 16 Temmuz 1945 tarihinde İşçi Sigortaları Kurumu Kanunu çıkarılmıştır. 2 Haziran 1949 tarihinde 5417 sayılı İhtiyarlık Sigortası Kanunu çıkarılmış, daha sonra 1957 yılında Maluliyet, İhtiyarlık ve Ölüm Sigortaları Kanunu kabul edilmiştir. 1950 yılında Hastalık ve Analık Sigortaları Kanunu çıkarılmıştır. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde dünyada sosyal güvenlik alanında ortaya çıkan gelişmelere ayak uydurmaya çalışmıştır. 10 Aralık 1948 tarihli “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi” 6 Nisan 1949’da Bakanlar Kurulu’nca kabul edilmiş; 7 Nisan 1948 tarihli Dünya Sağlı Örgütü (WHO) Anayasası, 9 Haziran 1949 tarih ve 5062 sayılı yasa ile onaylanmış ve Türkiye Dünya Sağlık Örgütü üyesi olmuştur. Bu sözleşmeler Türkiye’ye sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında yükümlülükler getirmiştir.

1961 Anayasası’nda sosyal güvenlik ve sağlık kavramları birer hak olarak tanımlanmış ve bu hakların sağlanmasının devletin görevi olduğu kabul edilmiştir. 5 Ocak 1961 tarihli 224 Sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası bu alanda önemli bir adım olmuştur. Bu yasa bütün sağlık hizmetlerinin finansmanının genel bütçeden karşılanmasını ve sağlık hizmetlerinin, yasal süreci izleyen herkese ücretsiz olarak verilmesini öngörmektedir. Yasaya göre “sosyalleştirme” uygulaması tüm illerde tamamlandığında, aynı zamanda herkesi içine alan bir sosyal sağlık güvencesi modeli de ortaya çıkmış olacaktır.

12 Eylül 1978’deki Alma-Ata Konferansı’nda aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Dünya Sağlık Örgütü üyesi 134 ülke, “2000 Yılına Kadar Herkese Sağlık” sloganıyla birlikte, kendi halklarını sosyal güvenlik kapsamına almayı da kabul etmişlerdir. Oysa bu süreç ülkemizde daha 1961’den itibaren başlatılmış ve 1978 Alma-Ata Konferansı’nda alınan kararlar bu sürecin önemine vurgu yapmıştır. Ancak, “sosyalleştirme” uygulaması, 1984’te tüm yurtta birçok aksaklıklarıyla birlikte tamamlanmış görünse de yasada belirtilen çoğu hedeflere ulaşılamamıştır. Sosyal güvenlik alanında yoğun düzenlemelere gidilen bu dönemde primli sistem açısından önemli bir gelişme, 1964'te kabul edilip 1965'te yürürlüğe giren 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu ile gerçekleştirilmiştir. Bu yasayla dağınık haldeki mevzuat bir bütün haline getirilmiştir. Bu gelişmeyi 1971 yılında kabul edilen ve esnaf, sanatkâr ve diğer bağımsız çalışanlara yönelik olan 1479 sayılı Bağ-Kur Kanunu izlemiştir. Yine bu dönemde Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ’nün 1952 tarihli 102 sayılı “Sosyal Güvenliğin Asgari Normlarına İlişkin Sözleşmesi “ 29 Temmuz 1971 tarih ve 1451 sayılı kanun ile onaylanmış, Bakanlar Kurulu’nun 1 Nisan 1974 tarih ve 7/7964 sayılı kararnamesi ile yürürlüğe girmiştir. Bu önemli sözleşme sosyal güvenlik kavramının çağdaş tanımında da belirleyici role sahip olmuştur. Sözleşmede 9 risk sayılmıştır. Bu riskler; hastalık, analık, sakatlık, yaşlılık, işsizlik, iş kazası, meslek hastalığı, ölüm ve aile yükleridir.

10 Temmuz 1976 tarih ve 2022 sayılı yasayla, en geniş kapsamlı kamu sosyal güvenlik harcaması olarak bilinen “65 yaş aylığı” uygulamasının başlatılması, önemli bir sosyal güvence örneği olmuştur. Bu yasa ile “65 Yaşını Doldurmuş, Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz TC Vatandaşları”na karşılıksız aylık bağlanmıştır. 1980’li yılların başından itibaren kamu kesiminde çalışan sivil ve askeri personele yönelik tazminat niteliğindeki ödemeler, 1983 yılında sosyal yardım hizmetlerini tek çatı altında toplamayı amaçlayan Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK)’in yeniden düzenlenmesi bu alandaki öne çıkan gelişmelerdir. 1983 yılında yürürlüğe giren 2925 sayılı “Tarımda Kendi Adına ve Hesabına Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanunu” ve 2926 sayılı “Tarım İşçileri Sosyal Sigortalar Kanunu” tarım kesiminde çalışanlara da sosyal güvenlik sağlamayı hedeflemiştir. 7 Kasım 1980’de, 1968 tarihli Avrupa Güvenlik Kodu’nun onaylanması, 1965 tarihli Avrupa Sosyal Güvenlik Şartı’nın 14 Ekim 1989’da onaylanarak 24 Aralık 1989’da yürürlüğe girmesi sosyal güvenlikle ilgili olarak bu dönemdeki diğer gelişmelerdir. 7 Kasım 1980’de, 1968 tarihli Avrupa Güvenlik Kodu’nun onaylanması, 1965 tarihli Avrupa Sosyal Güvenlik Şartı’nın 14 Ekim 1989’da onaylanarak 24 Aralık 1989’da yürürlüğe girmesi de sosyal güvenlikle ilgili olarak bu dönemde dikkat çeken gelişmelerdir…

Neo liberal politikalarla artan yoksulluk karşısında özellikle 1980’den sonra Turgut Özal döneminde devlet eliyle yardımlara meşruiyet kazandırılmış, 1986’da halk arasında “Fak-Fuk-Fon” olarak bilinen Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu oluşturulmuştu. 2004’te de Başbakanlığa bağlı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü kurulmuştur. Herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna bağlı olmayan ve sağlık hizmetlerinden ücretsiz yararlanan yeşil kartlı sayısının günümüzde 10 milyona ulaştığı görülüyor.

Devlet sosyal yardım faaliyetlerini 1986 yılında kanun ile kurulan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu kaynaklarıyla bu Müdürlüğe bağlı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları kanalıyla yapmaktadır. İlginçtir ki Başbakanın da önsözünü yazdığı Başbakanlık Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü 2009-2013 Stratejik Planı’nda Gümrüklerden, Vakıflardan ve Sosyal Yardımlardan Sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı şöyle demektedir:

“Ekonomik ve sosyal yönden güçsüz olanlar lehine, toplumsal eşitsizlikleri ve sorunları giderici etkin ve yaygın sosyal politikalar uygulanmak suretiyle, bu alandaki kaynakların toplumun en yoksul kesimlerine ulaşması sağlanmıştır. Çünkü meselenin, ‘Balık vermek değil, balık tutmayı öğretmek’ olduğunun bilincindeyiz”…

Başbakan ise “Toplum refahının artırılması, adaletli gelir dağılımının sağlanması, ekonomi politikalarının etkili sosyal politikalar ile uyumlu yürütülmesine, toplum desteğinin alınmasına bağlıdır. Hükümetimiz döneminde ekonomik kalkınma politikaları etkili sosyal politikalarla dengeli bir şekilde yürütülmüştür. Ülkemizin ekonomik büyüme oranındaki ve kişi başına düşen milli gelirdeki artışların yanı sıra enflasyon oranının tek haneli rakamlara gerilemesi; toplumda güven duygusunu artırmış, gelir dağılımı üzerindeki olumlu etkiler toplumun her kesimine yansımış ve yoksul vatandaşlarımız da geleceğe çok daha umutla bakmaya başlamıştır” demektedir.

Ancak Başbakan nüfus artışı konusundaki söylemleriyle kendi Sosyal İşlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı ile de çelişki yaşıyor görünmekte. AKP İzmir Milletvekili Nükhet Hotar Göksel daha önce nüfus artışı konusunda “asıl olan sayısal bir büyüklükten ziyade, nitel büyüklüktür ki bu da ilk planda eğitimle ilgili bir sorundur” demişti (Bakınız: Türkiye’de Demografik Dönüşümün Sosyal Politikalara Etkisi, Prof. Dr. Nükhet Hotar Göksel, 20 Ekim 2005). Türkiye doğum ve ölüm oranlarında orta risk grubundadır. Bebek ölüm oranı ise binde 37'dir.

Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu bünyesindeki sosyal hizmet kuruluşlarındaki (çocuk bakımevi, huzurevi) dayak, işkence gibi muamelelerin medyaya yansımasının ardından yaşanan skandallarla da çelişki yaşanmakta.

Krizi fırsata dönüştürecek primi kimseye kaptırmak niyetinde olmayan Başbakan öyle ki bu krizi fırsat bilerek “2009 yılı bütçesi küresel finans krizinin Türkiye için fırsata dönüştürme bütçesidir” demekte ve 2 milyondan fazla aileye 7 milyon ton kömür dağıttıklarını saklamamaktadır. Gelinen süreçte AKP’li belediyeler kanalıyla da bazı ailelere kömür ve erzak torbası dağıtılması sık sık medyaya yansımaktadır. 

Bu tür davranışların ilköğretim düzeyindeki çocuklar tarafından bile örnek alınıp konuşmalarına yansıdığını, bir ilkokul sınıf başkanlık seçiminde “Bana oy verirseniz 100 tane sakız alacağım”, “S ile konuşmayana 1 milyon vereceğim” gibi sözlerine kulak misafiri olmuş bir yakınımdan duydum. Yoksullar dilenci yerine konuyor, 3-5 günlük bazı gereksinmelerin karşılanması vasıtasıyla en demokratik haklardan birisi olan oy hakkına da ipotek konuyor. Bu ise düpedüz oy avcılığı değil midir?

Türkiye’de ücretler gıda harcamalarına bile yetmemektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2006 yılında Türkiye'de 13 Milyon yoksul insan olduğunu açıklamıştır. Başbakanlığa bağlı bir kuruluş olan TÜİK 2006 tarihli Yoksulluk Raporu’nda dört kişilik bir ailenin aylık açlık sınırını 205 YTL, aylık yoksulluk sınırını ise 549 YTL olarak hesaplamıştır. 26 Aralık 2008’de ise yeni asgari ücret 527,13 YTL olarak tespit edilmişti. Türkiye’de ödenen ücretlere bağlı olarak çalışanlar da yoksullaşmıştır. TÜİK’e göre yoksullar (nüfusun en alt diliminde yer alan kesim) gelirlerinin yüzde 75’ini zorunlu ihtiyaçlarına (gıda, konut, kira ve ulaştırma) ayırmaktadır.

Türkiye’de yoksulluğa karşı erzak ve kömür torbaları ile savaş verilmekte. Hükümet iktidarda olduğu dönemde (2003 - Nisan 2008) Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu kanalıyla 3.2 milyar YTL’lik yardım yaptığını açıklıyordu. Haberlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın valilere “vatandaşın kapısını çalın, gerekirse kömür kamyonunun şoför mahalline oturun, siz gidin dağıtın” şeklinde tavsiyede bulunduğu belirtilerek “Ben dağıtıyorum, tabi ki benim valim de dağıtacak. Bunu yaptığımız zaman büyüyeceğiz” dediği de ifade ediliyordu. Seçim dönemlerinde özellikle varoşlardaki seçmene kömür ve gıda yardımı yaparak oy toplamakla eleştirilen AKP hükümeti, son 5.5 yılda yaklaşık 6 milyon ton kömür dağıtmıştı. Dağıtılan kömürün değeri 1 milyar 86 milyon 958 bin YTL'ye ulaşırken, TKİ devletten 78 milyon 558 bin YTL alacaklı bulunuyor. En çok kömürün özellikle 2004 ve 2007’de yani seçim dönemlerinde gerçekleştirildiği 27 Aralık 2008 tarihinde Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan bir haberde ise ailelere belediyeler tarafından gerçekleştirilen kömür dağıtımının AKP’ye oy vermeleri yönünde yapıldığı da ifade ediliyordu. Örneğin “İzmir’e 100 bin ton kömür gönderildi” başlıklı haberlerde “Sokak aralarına dağılan kamyonetlerle, listelerdeki ailelerin evlerinin önüne, üzerinde ‘TC Başbakanlık’ ve ‘Para ile satılmaz’ yazılarının bulunduğu kömür torbaları indirilerek, teslim edildi. Her aileye 25’şer kiloluk 28 torba olmak üzere 700 kilo kömür yardımı yapıldığı öğrenildi” deniyordu...

Türkiye’de 12 Eylül’le birlikte bireyciliğin yaygınlaşıp itibar görmesiyle sivil toplumcu kesilme bireysel özgürlükçü olmanın ve kendini göstermenin yegâne ifadesi haline getirilmişti. 1980’li yıllarla beraber Türkiye’de de kamusal alanın daraltılmasıyla yerini sivilleşme ve sivil toplum gibi burjuvaziye özgü kavramlar doldurmaya başlamıştı. Sivil toplum kavramı toplumsal örgütlenme biçimi olarak geliştirildi. Sosyal refah devletinden (sosyal demokratik) sonra kapitalizmin yeni politik aşaması ve siyasal liberalizm ile muhafazakârlığın sentezi olarak gelişen yeni sağ (yeni muhafazakârlık) akım, eşitlik ilkesine devlet müdahalesini meşrulaştırdığı için karşı çıkıyor, özelleştirme ve deregülasyonu (kamusal alanın daraltılması) savunuyordu. Doğrudan siyasal katılımın aracı olan demokratik kitle örgütleri yerine 1990’lardan sonra sosyal devlet anlayışının terk edilmesiyle beraber neo-liberal bakışla oluşturulan boşluk üçüncü sektör aracılığıyla doldurulmak suretiyle kamusal alan yeniden örgütlenmeye başlamıştır.

Günümüzde özellikle ABD’de sivil toplum yerine üçüncü sektör kavramı da kullanılmaktadır. Üçüncü sektör, ulusal düzeyde birinci ve ikinci sektörleri etkilemek üzere bireylerin mal varlığını, dinamizmini, etkinliğini ve yaratıcılığını gönüllü olarak kamusal alana yönlendiren bağımsız vatandaşlar sektörü olarak tanımlanmaktadır. Burada sözü edilen birinci sektör devlet, ikinci sektör ise özel sektördür. Beşinci Kuvvet olarak da gösterilen sivil toplum örgütlerinin gelir kaynaklarının hemen hemen tamamı bağış ve yardımlardan oluşmaktadır. Ülkemizde yardım kampanyası valilik izni ile yapılabiliyor.

Türkiye’de 2008 Yılı başı itibariyle 5253 sayılı Dernekler Kanunu’na göre faaliyet gösteren dernek sayısı 78 bin’i aşmış olup bu derneklerin yaklaşık 15.000’ i Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği ve yine yaklaşık 10 bin’i Gençlik ve Spor Kulübü derneğidir. Birçok dernek denetimsiz olarak faaliyet göstermektedir.

Sadaka kültürü ve yardımlar konusunda dikkat çeken başka bir husus da yargıya intikal eden bir takım yolsuzluk vakalarıdır. Yardım toplayan kuruluşlar arasında yolsuzluğa karışanlar da bulunuyor. Yakın geçmişte de siyasal partiler tarafından sürdürülen yardım kampanyalarında toplanan trilyonların kişisel hesaplara aktarıldığı da anlaşılmıştı. 2860 sayılı Yardım Toplama Kanunu ancak kişi ve kurumların sorumlu kurullarına kamu yararı taşıması şartıyla yardım toplama yetkisi tanıyor, kanun gereği şirketler ve siyasi parti teşkilatları ve bunların yan kuruluşları gibi tüzel kişilere yardım toplama izni verilmiyor.

Almanya’daki mahkemeler bazı derneklerin “bağış bedeli” altında yurttaşlardan topladıkları paraları bazı bürokratların hesaplarına aktardıklarını ve siyasal partileri desteklemek amacıyla kullanıldığını açıklamıştır. Oysa siyasal partilere yardım bir kapatma nedeni sayılıyor. Alman savcılar YİMPAŞ adlı yeşil sermaye kuruluşu tarafından toplanan paraların Türkiye’de AKP gibi partilerle dinci örgütlerin finansmanında kullanıldığını vurgulamıştır. Geçmişte aynı çizgide YİMPAŞ, Kombassan ve Jet-Pa gibi kuruluşlar yurtdışındaki yardımları hortumlamıştı. Özellikle hükümete yakın sayılan bu holdinglerin daha da güçlendiği öz kaynaklarıyla sermayelerinin katlandığı belirtilmektedir. 2000 yılında çıkarılan kanundan izinsiz halka arz yoluyla yurt içi ve dışında 5 milyon euro’luk bağış toplayan yeşil sermaye (İslâmi holdingler) kuruluşları da yararlanmıştır. YİMPAŞ, Kombassan, Sayha, Endüstri ve İttifak gibi kuruluşların cezaları ertelenmiştir (Birgün Gazetesi, 18 Ocak 2006).

Yurt dışındaki vakıf ve dernek gibi örgütlenmeler açısından en kapsamlı, en güçlü ve en organize İslâmi gruplardan birisi Milli Görüş Teşkilatı. RP’nin Almanya’da büyük bir yapılanma içinde olduğu biliniyor. 1975 yılında kurulan Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’nın (AMGT) yaklaşık 25 bin üyesi, 480 cami derneği ve 15 şirketi var. Yıllık resmi bütçesi 10 milyon euro (Mustafa Balbay, Devlet ve İslam, 2007). RP’nin ise Bosna yardım paralarını Süleyman Mercimek’in yüksek faiz getiren mevduat hesaplarına yatırdığı anlaşılmıştır. Sultanbeyli’de kamulaştırılan bir arazinin parsellenip satılmasından elde edilen paranın da Süleyman Mercümek’in hesabına aktarıldığı ifade edilmiştir (Bakınız – TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem 1. Yasama Yılı 52. Birleşim, 15 Mayıs 1996).

RP’nin 1997 hazine yardımını da Süleyman Mercümek’in faizli hesabına aktardığı ve sahte belgelerle harcanmış gibi göstererek sahtecilik yaptığı da iddia edilmiştir (Bakınız TBMM Tutanak Dergisi 72. Birleşim, 25 Mart 1997).

05 Mayıs 2005 tarihli Vatan Gazetesi’nde Veli Özdemir, “Erbakan ve Kutan'ın da aralarında olduğu kapatılan RP'nin 88 yöneticisi hakkındaki alacak davası ise sürüyor. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu hakkında da ‘özel evrakta sahtecilik’ iddiası yöneltilmiş, ancak dokunulmazlıkları nedeniyle kurtulmuşlardı. Bu paranın bugünkü karşılığı faizle birlikte 9.5 trilyon lira” diyor. Kanal 7’nin kuruluşunda Necmettin Erbakan, Recep Tayyip Erdoğan, Zahit Akman ve Zekeriya kahraman gibi isimler rol oynamıştı. Recep Tayyip Erdoğan, Melih Gökçek ve diğer AKP’li belediyeler Erbakan’ın “cihadın sesi” diye nitelediği Kanal 7’ye reklâm yayını için milyarlarca liralık para ödemişlerdi. Ayrıca Birgün’de yine (28 Eylül 2005) Ankara Büyükşehir Belediyesi Su ve Kanalizasyon İdaresi (ASKİ) ‘den spor klübüne de dernekler yasası ve mevzuatta düzenleme olmamasına rağmen trilyonlarca paranın aktarıldığı belirtilmişti…

 

(3)

Konfüçyus yüzyıllar önce (M.Ö. 5 ila 6.Yy) “Bir insanı doyurmak istiyorsanız, ona balık verin; aç kalmamasını istiyorsanız ona balık tutmayı öğretin” demişti ya Çinli yazgıcı-idealist düşünürün bu sözleri krizde akla gelince balıklar hükümetin icraatlarına yönelik eleştirilerde de yer aldı.

Immanuel Wallerstein’ın “Tarihsel Kapitalizm” adlı kitap kapağında Metis Yayınlarınca kullanılmış Pieter Bruegel’in “Büyük Balık Küçük Balığı Yutar” adındaki 16.Yy’a ait ahşap baskısındaki bir detay küresel olguya ışık tutuyor aslında. Bilindiği gibi büyük balıkları tutmak için balıkçılar yakaladıkları daha küçük balıkları feda ederler. Küçük balıklar büyük balıklar için yemdir çünkü…

1960’lı yılların sonlarından itibaren “Neo-Marksist teoriler” ön plana çıkmaya başlamıştır. En önemlilerinden birisi de ABD’li sosyolog İmmanuel Wallerstein’nındır. Dünya Sistemleri Analistine göre tarih boyunca küçük toplulukları içeren mini sistemler, Dünya imparatorlukları ve Dünya ekonomileri olmak üzere 3 temel sistem var olmuştur. Wallerstein’nın da ifade ettiği gibi günümüzdeki dünya sisteminde güçler, çevre, yakın çevre ve merkez olmak üzere zengin-fakir devletler şeklinde keskin çizgilerle ayrılmıştır.

Immanuel Wallerstein “World-Systems Analysis: An Introduction (Dünya Sistemleri Analizi Bir Giriş)”’te (Aram Yayınları - 2004) “gerçek krizler sistem çerçevesi içinde üstesinden gelinemeyecek güçlüklerdir” demekte kapitalist dünya-ekonomi olan içinde yaşadığımız modern dünya-sisteminin 1968’deki toplumsal hareketlerle krizi iyice su yüzüne çıkarmaya başladığını ifade ederek 45-50 yıl sürecek yeni bir geçiş süreci öngörmektedir. Bu süreç toplumsal çatışmalara gebe olarak nitelenmektedir. Küreselleşme yanıltıcı bir kavram zira küreselleşme olarak adlandırılan şey tarihsel kapitalizm içerisinde 500 yıldır gerçekleşen şeyin adıdır diyerek evrenselciliğin de altını çizen Wallerstein bu kavramı da bütün insanlığa eşit şekilde uygulanan genel kurallara öncelik verilmesi olarak tanımlamaktadır.

Richard D. Wolff emperyalizmi bir ekonominin diğer ekonomiler üzerinde uyguladığı kontrol araçları ağı olarak tanımlamıştı. Wallerstein ise emek dahil her şeyin metalaşmasını dünya sisteminin temel özelliği olarak görmektedir. 11 Eylül’den sonra ABD’nin yerine artık ulusları aşan aktörlerin devreye girdiğini ifade eden Wallerstein, BM, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, İMF gibi kurumların ABD’nin önderliğindeki batının tekelci şirketlerine hizmet eden birer egemenlik aracı olduğuna işaret etmektedir.

Çevre ülkeler ileri teknolojiye sahip olan merkezdeki zengin ülkelere ucuz işgücü ve hammadde sağlamaktadır. Yarı çevre ülkeler ise Brezilya, Rusya ve Çin gibi ülkelerdi. Günümüzde kısaca "BRIC Ülkeleri" diye anılan, küresel ölçekte ekonomik ve diplomatik ataklarıyla öne plana çıkan dört ülkenin arasında bulunduğu SB sonrası yeni kutuplu dünyada ABD, Avrupa ve G-7’lere karşı güçlü ittifaklar oluşmaktadır. 1996'da bir araya gelen beş ülke, Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan Şanghay İşbirliği Örgütü (Shanghai Cooperation Organization) adını almış ve bu yapılanma örgütün ilk toplandığı yerle anılarak (Şanghay Beşlisi) 2001'de Özbekistan'ın katılımıyla üye sayısını altıya çıkarmıştı.

Rusya merkezli İran ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi ülkelerle beraber Hindistan’ın da katıldığı Avrasya Birliği, ABD, İngiltere ve İsrail’den oluşan koalisyon “Büyük Ortadoğu Projesi” ile Avrupa merkezli bütünleşme sayılan AB’ye karşı günümüzde bu sürecin sonunda tartışılan yeni jeopolitik kavramlardandır.

İtalyan sosyalist siyaset bilimci Giovanni Arrighi de dünya sisteminin geleceği ve kapitalist evrim üzerine yazılar kaleme almıştır. Güney ülkeleri, kalabalık (pazar) nüfusa ve üreten bir işgücüne sahiptir. Arrighi bu yüzden Amerikan egemenliğinin Çin’in öne plana çıkmasıyla G. Asya’ya kaydığını savunmaktadır.

Alman asıllı Marksist tarihçi ve sosyolog Andre Gunder Frank Latin Amerika ülkelerindeki azgelişmişliği ise dünya kapitalizminin gelişmesine paralel olarak uzun yıllardan bu yana dünya işbölümüyle bütünleşmiş olmalarına bağlar. “azgelişmişliğin gelişmesi (development of underdevelopment)” adını verdiği bu yaklaşıma göre azgelişmişlik, uydu konumundaki geri kalmış ülkeler ile merkez konumundaki zengin ülkeler arasında, kapitalizmin dünya çapında genişlemesiyle başlayan ve bugün de devam eden ekonomik ilişkilerin tarihsel bir ürünüdür. Kapitalist ekonomik sistemden köklü bir kopuşu öneren Frank, bu görüşüyle günümüz düşünürlerini de etkilemiştir. Ulus-devlet içindeki metropol bölgelerin neo kolonileşmeye yol açarak eşitsizliği daha da arttırdığını ve elitist bir yapı ortaya çıkardığını öne sürerken D.L.Raby ise “Günümüzde Latin Amerika ve Sosyalizm” (Çeviri: Ertan Günçiner) adlı kitapta sistemi yenmenin tek olasılığının “antiemperyalist devrim” olabileceğini savunmaktadır…

Tekfir ve sekülerlik arasında çoğunlukçulukla çoğulculuğun ayırtına varmak da olasıdır. Katı sınıflara ayrıldığı ilk ve ortaçağlarda toplumun alt sınıflarına tinsel hazla yetinmek öğütleniyordu. İlkçağlarda Antisthenes, Aristippos ve Aipikuroscu felsefeyle yer edinen hazcılık Jeremy Bentham‘ın 18.Yy’da sistemleştirdiği pragmatist fikirler perspektifinde geliştirilmişti. 19. Yy'ın sonuna doğru İngiliz refah devleti inşa edilirken, deontologlar burjuva toplumda bireyin temel görevinin talihsiz ve yoksul insanlara yardım eli uzatmak, iyilik yapmak, cömert olmak olduğunu tartıştılar. Aile değerleri, çocukların ahlâki eğitimi, ticari sözleşmelere riayet etmek, borcunu ödemek gibi konularla birlikte "meslek kuralları" da deontoloji tartışmasına dahil oldu. İngiliz filozofu, ekonomisti, liberalizmin öncülerinden, utilitarianism fikrinin babalarından olan John Stuart Mill "insanlar kötülüğü arzuları güçlü olduğu için değil, vicdanları zayıf olduğu için yaparlar" diyordu. Bentham‘ın ve Mill’in yaklaşımlarının temeli tabiî ki bilimdışı, refahçı ve idealistti.

İtalyan Katolik tarikatı olan Fransiskenlik 13.Yy’da yoksulluk ve acıyı olgunlukla yüceltip meditasyon yöntemlerine başvuruyor ve azla yetinmeyi savunuyordu. Bu inanç günümüzde de Latin ve Doğu ülkelerinde yaygınlaşmaktadır. Ancak 3.dünyanın ve doğunun edebiyat ve fikir çevrelerinde fundamentalistlik kadar postkolonyal görüşler de yaygınlık kazanmıştı; Samir Amin, Edward W. Said ve Amin Maalouf gibi doğu kökenli yazarlar doğu toplumlarına ve 3.dünyaya ilişkin az gelişmişlik üzerine yaptıkları analizlerde Frank’in bağımlılık teorisi ile Wallerstein’ın dünya sistemi yaklaşımına katkı sunmuşlardı.

Samir Amin Wallerstein’in etkisinde 1988’de “Avrupamerkezcilik” adlı bir kitap yazmıştır. Amin’e göre emperyalizm ve küreselleşme birbirine sıkı sıkıya bağlıdır ve ABD’nin Irak işgalinin altında başlıbaşına petrol kaynaklarına sahip olma isteği yatmaktadır. Demokratikleştirme formülü ise sadece bir bahane bir masaldır. Edward Wadie Said, 1978’de yazdığı “Oryantalizm” adlı kitabında kapitalizmin doğu toplumlarındaki postmodernizm öncesi köksalma sürecine dair fikirler veriyordu. Amin Maalouf ise romanlarında doğu halklarının neden geri kalmış olduğu konusunda sürekli analizler ve tespitler yapıyordu…

İdeoloji bir sınıfa ait sistematik dünya görüşü olarak kabul edilmektedir. Kapitalist sistemle tüm toplumsal ilişkiler meta ilişkileri tarafından belirlenir hale gelmiştir. Karl Marks ve Friedrich Engels birlikte kaleme aldıkları “Alman İdeolojisi”nde toplumsal bilinci materyalist tarih anlayışının özü olarak kabul etmekte ve egemen sınıflara ait düşüncelerin çarpıtılıp ezilen sınıflara benimsetilmesini yanlış bilinçlenme (false-consciousness) olarak eleştirmektedir. Marks’ta “1844 Yazmaları”nda (insan doğası kuramıyla) ve “Gotha Programının Eleştirisi”nde "emeğin kurtuluşu, işçi sınıfının işi olmalıdır” sözleriyle aklın (bilinçlenmenin) önemine vurgu yapılarak proletaryanın kendi farkındalığına varmak ve gerçeklik kavraması olarak açıklık getirilen kavramlar Georg Lucas da yabancılaşma (Entfremdung) kavramından yola çıkılarak reification (şeyleşme) kavramı kullanılarak ifade edilmekteydi. Max Horkheimer ise meta kültürün (popüler kültür) yabancılaşmaya insan psikolojisini aşındırarak yol açtığını belirtmektedir. Burjuvazi bu kavramların gerçekleşmesi için çeşitli ayak oyunlarına ve türlü türlü yöntemlere başvurmaktadır.

Stalin’e ve Sovyet yönetimine karşı kullanılan iki ünlü simgeden biri soğuk savaş sırasında batıda özgürlük savaşçısı olarak tanıtılan ve romanları bestseller yapan Nikita Kruşçev’in desteklediği Aleksandr Soljenitsin’di. Sonuç olarak Soljenitsin’in Sovyetler Birliği dağıtıldıktan sonra günümüzde kitaplarının yüzüne bakan bile kalmamıştı. Uyguladığı perestroika (yeniden yapılanma) ve glastnost (açıklık) hareketleriyle ülkesinde deregülasyon (kuralsızlaştırma) ve liberizasyon (özelleştirme) politikalarına yol açan Gorbaçov ise son katıldığı 1996'daki devlet başkanlığı seçimlerinde yüzde 1'den daha az oy alarak ağır bir hezimete uğramıştı.

Batı bir taraftan çeşitli destabilizasyon politikaları üzerinden emperyalist politikaları realize etmeye çalışmış soğuk savaş dönemlerindeyse bir taraftan çeşitli hileler ve propagandist yöntemlere başvurmuştur. İşbirlikçi hükümetler muhayyel hadiselere tavassut ederek çıkarlarını sürdürmüşlerdir. Bir yandan da egemen güçlerin güdümlü ekonomilerde uyguladıkları rüşvet (kleptokrasi) ve kollamacılık devletin bürokratik yapısını yıpratmıştı. Yörecilik (partikülarizm) ve akrabacılık (nepotizm) tipi güncel patronaj ilişkilerle kirli sistem burjuva devletin bütün örgelerine adeta kanserli hücreler gibi yayıldı. Konformizm ile kariyerizm salgın hastalık haline gelerek doğru dürüst üretmeden tüketen “kısır sınıflar” peydahladı.

Avrupa’da reformcu sosyalistler (Eurocommunism yanlıları) A. Gramsci’nin düşüncelerini baz alarak Kruşçev’in Stalin karşıtı (destalinizasyon) politikalarına dayanan ve sosyalizme ancak seçimle geçilebileceğini savunan bir model geliştirdi. Adına günümüzde aktüel sosyalizm de denen demokratik sosyalizm ya da devrim restorasyon (pasif devrim) ılımlı parti zaferi aracılığıyla toplumu dönüştürmeyi ifade eder. Oysa akılcılık, toplumculuk ve bilimsellik gibi ilkelere dayanan bilimsel materyalizmin pratiğe dönüşümünde Lenin’e göre temel Marksist devrimdi.

Dünya, devrim tarihini antikomünist Richard Pipes ve Orlando Figes gibi Hitler Almanyasını kollayan Amerikalı ya da İngiliz yazarlarından okumak zorunda kalıyordu. Ancak John Reed gibi devrimi günbegün izleyip büyük bir doğrulukla ve bağlılıkla anlatanlar da yok değildi. Reed “kavga sırasında sevgim bağımsız kalamadı. Ama bu büyük günlerin tarihini yeniden yazarken, ger­çekleri saptamaya uğraşan titiz bir tarihçi olarak olayların üstüne eğildim” diyordu. John Reed’in yazdığı ve Grigori Aleksandrov’un yönetmenliğini yaptığı “Dünyayı Sarsan On Gün” (Yordam Kitap) 1917 Sovyet Devrimi'ni olanca canlılığıyla yansıtan sarsıcı bir yapımdır. Ülkemize Digital Kültür tarafından kazandırılan belgesel filmde, gerçek tanıklar ve görüntülerle, Rus tarihinin çarlık despotizminden Bolşevik Devrimi'ne doğru akan zaman dilimindeki tüm evreler ve olaylar olduğu gibi anlatılmaktadır:

300 yıllık çar hanedanı 160 milyon insanı (dünyanın altıda biri) kilise ile birlikte temsil etmektedir. Bütün kırsal arazi ve emlâk çar ailesine aittir. İktidarını ve sömürüsünü Tanrıyla payandalayan çar tahtı Tanrı tarafından bahşedilen bir nimet olarak görmektedir. Köylüler ölesiye çalışırken hanedan ise eğlencelerle vakit geçirmektedir. Öte yandan okuma ve yazmaya önem vermeyen kilise ve otokrat (buyurgan) rejim halk üzerinde baskı kurmuş, çara bağlı askeri kuvvetler köylerle kasabalara baskınlar düzenleyerek tutuklamalar ve sürgünler yapmaktadır.

Yüzyıllardır süregelen bozuk düzende köylülerin çalışma şartları çok ağırdır. 1889-1893 yılları arasında Samara’da yaşayan Lenin bu şehirde avukatlık yaparken açlık ve sefalete tanık olur, arkadaşları arasında Marksizmi gizlice yaymaya çalışır. Politik tavrı nedeniyle yardım kuruluşlarına katılmayı reddeden Lenin’e göre bu açlık ve sefalet kötü organize olmuş toplumun sonucudur. Toplum değişmeden kaldığı sürece her zaman böyle felaketlere açık kalacağını savunan Lenin tüm köylüleri kapitalist toplumun bu tavrına karşı tepki göstermeye çağırır…

Dünya kapitalizmin büyük kriziyle henüz karşı karşıyayken aynı yıl 1929’da Stalin “İktisat örgütlenmesinin sosyalist örgütlenme biçimi olarak kollektif çiftlikler, eğer başlarında gerçek devrimciler, Bolşevikler, komünistler bulunursa ekonomik inşa harikaları gerçekleştirebilirler” diyerek SSCB’de zengin köylülüğün (kulakların) sınıf olarak tasfiyesine girişecek, kollektivizasyon, endrüstrileşme ve planlı ekonomi politikasını devreye sokacaktır. İç savaştan sonra uygulanan NEP ile çarlık dönemi ve feodal kölelik (serflik) sisteminin tüm kalıntıları ortadan kaldırılmıştır. Fakat Stalin, ülkenin kalkınması hem de emperyalistlere karşı daha güçlü olabilmek için hızla sanayileşmeyi de hedeflemişti. Lenin’in demokratik halk devrimine sadık kalarak Rus tarım programını da izleyen Stalin’in 1929’da başlattığı ekonomik ve sosyal uygulamalarına karşılık ise 2.Dünya Savaşı öncesinde dünya siyaseti iki koldan gelişmiştir.

1929’da New York borsasının çökmesiyle 1920’lerin hızlı ekonomik gelişmesinin sona erdiği ABD’de iktidara geldiği aynı yıl F.Roosevelt New Deal (Yeni Düzen) olarak adlandırılan programı devreye sokarken 1933-1945 arası dönemi kapsayan programla aynı tarihlerde Naziler ise P.Joseph Goebbels’in propaganda bakanlığında savaş yanlısı politikalar izler…

Marks “insanlık tarihi sınıf çatışmalarının tarihidir” diyerek dünyanın geçireceği toplumsal süreci üretim tarzı itibariyle aşamalara ayırır. Bunlar ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist/emperyalist toplum ve sosyalist/komünist toplum şeklindeydi. Günümüz çok uluslu şirketlerin ve tröstlerin sultasındaki piyasalardan oluşmakta. Lenin’e göre emperyalizm, kapitalizmin ileri aşamasıydı ve “Emperyalizm genel anlamda, kapitalizmin bazı özelliklerinin gelişimi ve doğrudan doğruya devamı olarak ortaya çıkmıştır”. Bu aşamanın en belirgin özelliği ise mali sermayenin egemenliğidir.

1929’da olduğu gibi zaman zaman patlak veren büyük ekonomik krizlerde ekonomik ve sosyal önlem paketleri ortaya sürülerek emekçilerin tepkisi geçici olarak yatıştırılmaya çalışılır. 18.Yy’da gelişen sanayi devrimi ve kentleşmenin hayırhah ahval doğurmayacağı anlaşıldığında burjuvazi, üretim ve insan gücü (emek) ile ilişkilere bir çekidüzen vermek için sosyal politikalar geliştirmek ihtiyacı duymuştu. 1.Dünya Savaşı’ndan sonra 17 devletin koptuğu ve düvel-i muazzama’dan (büyük devletler) biri olan Osmanlı Devleti parçalanmış yerine ulus-devlet temelinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Büyük krizin ardından sahneye konan 2. Dünya Savaşı’na katılmayan Türkiye doğrudan zarar görmemiş ancak dolaylı yoldan bütün ülkeler gibi savaştan etkilenmiştir. Avrupa ülkelerinde feodalite yıkılıp yeni sınıflı toplum ve sermayenin gelişmesiyle sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan aydınlanma ve modernleşme hareketleriyle tipik antiklerikal ve akılcı ilkeler de uygulanmaya başlamıştı. Cumhuriyet ilan edildikten sonra laiklik ve çağdaşlık ilkelerini esas alan TC peş peşe uygulanan inkılâplar yoluyla saltanatı ve hilafeti kaldırarak Batı’nın egemenlik (ulus) şekline uyum sağlamaya çalışmıştır.

Osmanlı’dan devralınan ekonomik ve sosyal yapıyı değiştirmek için kolları sıvayan TC bürokrasisi de devlet kapitalizmi (devletçilik) yoluyla sanayileşmiş burjuva sınıflı bir toplum oluşturmayı hedefledi. Kalkınmanın lokomotifi olarak görülen ağır sanayinin dışında ufak tefek işler için özel girişimlere izin veriliyordu. 1930’ların sonuna kadar uygulanan devletçilik siyaseti ile en hızlı kalkınan üç ülke (SSCB ve Japonya’dan sonra) arasına girmeyi başaran Türkiye’nin Dünya ortalaması 119 iken 1929 yılında 100 olan dünya sanayi üretim indeksi, 1939’da 196’ya ulaşmıştı. 1927de 1000 olan milli gelir hızlı nüfus artışına rağmen, 1939’da 1625’e yükseldi.

Bir ekonomik politika olarak “devlet kapitalizmi” yaklaşık kırk yıl 1920’den 1930’ların sonuna kadar uygulandı. Türkiye’deki rejimin karakteri değiştikçe seçim sisteminin dayattığı iki partili siyasal yapının devlet-parti görünümü de değişiyordu. CHP’nin yerine gelen DP devletçi sistem yerine emperyalist ABD ile ilk güçlü ilişkileri kurmuş tekelci ve işbirlikçi burjuvaziyi atağa kaldırmıştı. İlerleyen yıllarda Türkiye ekonomisine biçilen rol ise montaj sanayii idi. Montaj sanayii, yabancı sermayenin pazarı ele geçirmek, ucuz işgücü, hammadde ile taşıma giderlerinden kurtulmak için egemen sınıflarla iş birliğine dayalı yarı sömürge feodal-komprador ekonomik modeliydi.

1970’li yıllarda ortaya çıkan petrol krizinin de etkisiyle dünya kapitalizmi değişim geçirmeye başladı. Batı sosyal devletçi, sosyal demokratik kapitalizm modelin uygulamalarını rafa kaldırıyordu. Toplumsal muhalefet ise diktatörlük öğeleriyle tahkim edilen devlet aracılığıyla bastırılacaktı. Devletin ekonomideki korumacı rolü bitiyor vahşi rekabet dönemi başlıyordu.

12 Eylül cuntası Türkiye’yi dünya kapitalizmine entegre etmek ve burjuvaziyi tekelci emperyalizmin istediği doğrultuda yapılandırmak için devreye sokulmuştu. 12 Eylül rejimiyle dışa bağımlı ekonomik bir yapı ve ihracata dayalı gelişen güçlü bir işbirlikçi burjuva sınıf oluşturmak için görev ANAP’a ve eski MSP’li Turgut Özal’a verilmişti.

Monetarizm aşırı sağcı noe-liberalist bir akım ve kapitalizmin geldiği en son aşamadır. Milton Friedman 1976 yılında “Paranın Miktar Teorisi Üzerine Çalışmalar” başlıklı bir kitap yayınlayarak monetarizmin (parasalcılık) temel ilkelerini ortaya atmıştı. 1970 krizini ve ekonomideki istikrarsızlığı Keynesyen uygulamalarla enflasyona bağlayan Friedman bunların yerine “süper kapitalizm” olarak da adlandırılan bir model öneriyordu. Friedman, sıkı para politikası ile devleti küçültme yanlısıydı ve sosyal harcamaları kısarak devleti özel teşebbüslerin yönetmesini savunuyordu. Monetaristler prensip olarak ekonominin hiçbir zaman tam istihdamda olmayacağını kabul ederek işsizliği, eşitsizliği ve yoksulluğu da her hâlükârda savunmuş oluyordu. 1970 sonrası Friedman’ın monetarist Chicago ekolü baş tacı yapılarak Türkiye’de dahil uluslararası kapitalist sisteme bağımlı bütün dünyaya model olarak 1979’da Thatcher ve 1981’de Reagan Hükümetlerince pompalanmıştı. ABD emperyalizminin desteğini alan işbirlikçi oligarşi de Türkiye’de monetarist modeli uygulamaya geçirmişti…

Literatüre “time-space compression (zaman-mekân sıkışması)” terimini kazandıran David Harvey’dir. İngiliz neo Marksist kuramcı ve coğrafyacı David Harvey 2003 ve 2005 tarihlerinde peş peşe “The New İmperialism” ve “A Birief of Neoliberalism” adlı 2 kitap yazmıştı. Harvey, ABD öncülüğünde neoliberalizm’in “zorla biriktirim” esasıyla finansal yöntemlere başvurup aşırı kârı dayattığını, 1970 sonrasında New-Conservation (Yeni Muhafazakârlık)‘a dönüştürülerek servetin üst sınıflarda toplanmasına aracılık ettiğini belirtmişti. Postfordizme “esnek birikim” adını veren Harvey’e göre iletişim ve küreselleşme, zaman ve mekân farklılığını ortadan kaldırıp hız ve boyutu arttırarak kapitalist sistemin yayılması ve sermaye birikimini kolaylaştırmıştı. Neoconservatizm de liberal ve serbestlik anlayışıyla (permissiveness) gelişip yayılmıştır.

Neo conservatizm (yeni muhafazakâr) ve neoliberal program taviz verilmeden Türkiye’de de sürdürülmüş, ANAP ve AKP gibi neoliberal politikaların uygulamacısı kesilen yeni sağ partiler ekseninde bütün ulusal varlıklar satılığa çıkartılmış emperyalist ülkelere aktarılmıştır. Tarım da dahil olmak üzere dışa bağımlılık artmıştır. ABD dünya ticaretinin 1/5’ine sahip bir ülkeyken Türkiye’nin ABD’ne ihracatı ise günümüzde yüzde 1 bile değildir.

Türkiye’de ABD mandacılarının hedefi ulusal kurtuluşçu mücadeleler döneminde dinsiz ve milliyetsiz bir devlet sayarak şu ya da bu gerekçeyle Amerikan mandacılığında diretmek değil miydi, günümüzde evangelistlerin ağırlıkta olduğu ABD emperyalizminin dini ve imanının da paradan ibaret olduğu görülmedi mi?; ırkçı ve sınıfsal bir temele sahip olan Neocon akım ABD’de tasarlanarak Leo Strauss’un Ortodoks Yahudi görüşleriyle ekonomi ve siyaset bilimine izafe edilerek dünyaya yayılmıştır. Özellikle bu görüş Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerde medya gibi kamuoyunu oluşturan güç odakları tarafından kanalize edilerek Karl Polanyi’nin ifadesiyle toplumsal ve kültürün içine yerleşmişliği (embeddedness) sağlanıp ekonomiye hâkim kılınmıştır. 12 Eylül rejimi ile özellikle 1990 sonrasında neoconservatist programlar aşırı milliyetçi ya da muhafazakâr sözde girişimci bürokrasinin (girokrasi) uygulamaya geçirdiği aslında ulusal ekonomileri teslim almayı amaçlayan emperyalistler için yeni bir taktik olmuştur sadece.

Türkiye günümüzde borçla borç ödeyen bir ülke konumuna sokulmuştur. Dış borcun 50 milyar dolarlık kısmı 1 yıl içinde ödenmesi gerekirken İMF’yle yapılması düşünülen stand-by anlaşması bunun tipik bir göstergesidir. Türkiye son 10 yılda 54.5 milyar dolarlık dış borç faizi ödemek zorunda bırakılmıştır. Öte yanda borçlanma politikası yanında özelleştirmeler vasıtasıyla da öz kaynaklar elden çıkarılmaktadır.

Türkiye OECD’ye üye ülkeler arasında en adaletsiz gelir dağılımı sıralamasında ikinci, BM’e üye ülkeler arasında sondan 21. sırada bulunmaktadır. 9 bin dolar olarak gösterilen kişi başına düşen milli gelire karşılık 52.3 kişi yoksulluk, 10 milyon kişi açlık sınırında yaşamaktadır…

Sosyal yardımların bir ayağı da konuttur. Sağlıksız kentleşme ve özellikle konut sorunu sanayinin gereksinim duyduğu iş gücünü sanayi bölgelerinde toplamasından kaynaklanıyordu. Özellikle 3.dünya ülkelerinde zengin doğal kaynakların bulunduğu bölgelerde yaşayan batılılar kendilerini yerli halkın yaşadığı fakir bölgelerden soyutlayarak özerklik (otonomi) istemekte ya da yoksullar “gentrification (soylulaştırma)” gibi ırkçı ve sınıfçı temelli politikalarla yurtlarından kopartılmaktadır. İskoçyalı Marksist coğrafyacı Neil Smith’in üzerinde sıklıkla durduğu gentrification terimi yüksek gelirli kesimlerin düşük gelirlilerin yaşadıkları mahallelere yerleşerek buraları yenileyerek dönüştürmesini ifade etmektedir:

“Neil Smith'e göre, New York ve İstanbul'da olagelenler aslında yeni tür bir şehirciliğin habercisiydi. 1974 mali krizinden sonra değişen üretim coğrafyasının, merhalelerle şehirleri dönüştürmesinin sonucu olarak bir zamanlar Batı şehirlerinde orta sınıf tarafından gerçekleştirilen bir anomali olan soylulaştırma, özellikle şehir merkezi söz konusu olduğunda evrensel bir hal almıştı. Küresel finans sektörü, üretim ağları zayıflamış ulusal sınırlar içindeki merkezleri, daha çok finans ve ona bağlı örgütsüz hizmet sektörünün yoğunlaştığı metropolleri, 'soylulaştırma' ve emlak spekülasyonu vasıtasıyla yeni bir kapitalist artı değer üretme aracı olarak değerlendiriyordu” (Ulus Atayurt, Birgün, 27 Kasım 2007).

Türkiye’de AKP’nin de “kentsel dönüşüm” adıyla uygulamaya soktuğu projeler emekçileri ve yoksulları dışlayan bir “kentsel sürgün (displacement)” örneğine dönüştürülmüştür. Popülist bir yaklaşımla konut piyasasına el atan ve TOKİ’yi devreye sokarak bir siyasal rant aracına dönüştüren iktidar hem inşaat sektörünü canlandıracağını hem de bir süre için ekonomik durgunluğa çözüm bulacağını öne sürmüştür. Piyasa yaratılmaya çalışılırken stratejik kuruluşlar bile yok pahasına satılmıştır. ABD’de bile iflas etmiş sistemden (ipotekli satış) düşük gelir (ödeme gücü) ve yüksek maliyet (girdiler) gibi nedenlerle başarı ummak hem saçmalık kamu mallarını satışa sürerken bir yandan da devletin olanaklarıyla yoksul mahallelerinde pahalı ve lüks konutlar üretmek hem büyük bir çelişkidir. 

Siyasal liberalizmin babası Adam Smith’in kehaneti gerçek mi oldu? Kendi başına buyruk her şeyin metalaştığı dünyada kapitalist toplum kendini kendini yönetmeye mi başlamıştı. Karl Polanyi günümüzde piyasa dizginlerini artık toplumdan kopartmış ve eğer düzenlenmezse kendini çevreleyen toplumu ve doğayı da yok eder demişti. David Harvey, Neil Smith, Cindy Catz ve Noel Castree gibi yazarlar çevre sorunlarının kökeninde de kapitalist iletişim ve toplumsal sistemin yattığını ifade etmektedir.

Özgürlükçü yeni sol akımlarla post Marksist jenerasyonun da kapitalist sisteme ilişkin eleştirileri var. Antonio Negri, Michael Hard ile yazdığı “Empiere (İmparatorluk)” adlı kitapla postmodernist sürece ilişkin yeni iktidar ve direniş teorisi gerçekleştirmeyi amaçlamıştır. Negri otonomi hareketiyle işçi sınıfının özerkliğini savunarak dünyanın “çokluk” diye tabir ettiği geri kalanının örgütlenmesiyle yeni muhalefetin oluşmakta olduğuna işaret etmektedir. Negri’ye göre Dünyanın imparatorluğu sadece Avrupa’yla sınırlı kalmayacaktı. Hardt’la 2004’te yine birlikte kaleme aldıkları "Multitude: War and Democracy in the Age of Empire (Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi)” adlı kitapta ise çokluk kavramını internet ve ağlı toplumun değişen üretim yöntemleri ve toplumsal mücadelesi üzerinden geliştirmiştir…

P.Sweezy ve P.Baran’la birlikte çağımızdaki kapitalizmin ekonomi politiği üzerine çalışmalar yapan ve Roosevelt döneminde Sovyet casusluğuyla suçlanan Harry Samuel Magdoff, 1969’da “Emperyalizm Çağı: ABD Dış Siyasetinin ekonomisi” adlı kitapta kapitalizmin günümüzdeki tekelci aşamasına vurgu yapar. ABD’nin hegemonik güç olmasının nedenlerini de açıklar. ABD’nin tek başına hegemon güç haline gelmesi süreci Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla başlamıştır. “Küreselleşme” söylemi böylelikle ortaya çıkmıştır. Hindistan’lı Marksist ekonomist Prabhat Patnaik ise yeni emperyalizm çağında kapitalist egemenliği finansal sermayenin farklılaşmış yapısında görür.

Wallerstein’ın sözünü ettiği “dünya ekonomileri” dönemi geniş siyasal örgütlerle devletlerin oluşturduğu tekelci dönemdir. Yönetsel açıdan gelişmemiş ilk toplulukların (mini sistemlerin) birleşmesiyle Dünya imparatorlukları (M.Ö.8 bin – M.S.1500 arası) ortaya çıkmış ve ekonomik faaliyetler belirli merkezlerde toplanmaya başlamıştı. Modernizm kapitalizmin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı, ulus devlet ise ticaret burjuvazisinin egemenlik sınırlarını çizmek ve kapitalist pazarı daha da fazla geliştirme gereksinimi ile oluştu. Fransız tarihçi Fernand Braudel 19.Yy’a kadar Avrupa’da modern devletin gelişememesini o dönemin kapitalizmden yoksun olmasına bağlıyordu. Modernleşme kuramı Emile Durkheim ve Max Weber’in 19.Yy’da ortaya attığı görüşlerle şekillenmişti. Başlıca temsilcileri Arthur Lewis, Marion J. Levy Jr., James S. Coleman ve Wilt Whitman Rostow gibi ülkelerin az gelişmişliğini kapitalist değerler (süreç) sistemine ulaşmamalarına ve gelenekçi toplum yapısına bağlayan iktisatçılardı. Immanuel Wallerstein, Andre Gunder Frank, Samir Amin ve Dos Santos gibi yazarlar tarafından savunulan Bağımlılık kuramı (dependency) ya da Dünya Sistemi ise çok uluslu şirket (yabancı sermaye) yatırımlarının ekonomik büyüme ve gelir dağılımını iyileştirebileceğini ileri süren modernleşme kuramcılarına tepki olarak doğmuştur.

Andre Gunder Frank metropol-uydu, S.Amin merkez-çevre ilişkisi bağlamında ele almasına karşılık Fernando Henrique Cardoso bağımlılığı salt dış etkenlere bağlamaz. Doğrudan yabancı sermaye yatırımları yerli üreticileri ve işgücünü etkileyerek (reel sektör kronik kriz ve gelir dağılımı bozukluğu) ulusal ekonomileri tahrip etmekte ve emek değerini düşürerek kâr transferlerine sebep olmaktaydı. Dos Santos ise az gelişmiş ülkelerin bağımlılık biçimlerini koloni bağımlılığı, teknolojik bağımlılık ve finansal bağımlılık şeklinde 3’e ayırmıştı. İlki uluslar arası ticaretin (hammadde, işgücü ve ithalat/ihracatın) kontrol edilmesi yoluyla bağımlılık, ikincisi teknolojik mallara ithalat yoluyla bağımlılık ve üçüncüsü de bankacılık ve finansal düzeni yoluyla tabi kılınan bağımlılıktı.

Emperyalist paylaşım savaşlarıyla sosyal refah devletinin genişleme politikalarına sermaye birikim sisteminin sonucu olarak krizler de eşlik etmiştir. BM’ye göre günümüzde ABD’deki bazı bölgelerde bile yoksulluk ve çocuk ölümlerinin 3.dünya ülkelerinden fazla olduğu ve özellikle siyah ırkın ve Hispanik Amerikalılar arasında sağlık hizmetlerinden yararlananların çok düşük olduğu belirtilmektedir.

ABD medyasından yansıyan haberlere göre banka ve finans kurumlarına devlet tarafından el konması, sokakta yatan milyonlarca insanın yaptıkları gösterilerden sonra krizin boyutları da anlaşılmaktadır. Milyonlarca Amerikalının evi haczedilmiş, tasarruflar erimiş, işsizlik artmış, düşük ücretler ve aşırı tüketime dayalı küresel ekonomiye bağlı olarak mortgage sistemi de iflas etmişti. Vurguncuların kalesi olarak bilinen Wall Street’in en tanınmış bankalarından Goldman Sachs batmıştı. ABD’nin keynesyen politikalara bağlı olarak işsizlik ve yoksulluğu önlemek amacıyla 1929’daki büyük buhran sonrası konut piyasasına destek vermek için kurduğu Fannie Mae ve Freddie Mac isimli iki dev mortgage şirketi bile devletleştirilmiştir.

Tek kutuplu sistemle başlayan ek borçlanma dönemi (Doğu Avrupa ve Ortadoğu’daki turuncu ve yeşil vs. rejimleri ihdas etmesi, Kafkaslar ve Afrika’daki yayılmacılık planları vs.) ve 150 yıl önce İngiltere’yle beraber başlattığı anglo-sakson kapitalizmin iflası emperyalistleri finansa edecek gücünün kalmadığını göstermektedir. Ancak ABD BOP adı verilen planla yeni enerji kaynaklarını canlı tutmak istemektedir. BOP Leo Strauss ve Allan Bloom gibi Amerikalı fikir babalarının ortaya attığı günümüzde ise Fransis Fukuyama gibi neoconların savunduğu yeni sömürge aygıtıdır.

 

(4)

İngiliz stratejist Robert Cooper, feodalitenin yıkılması üzerine kurulan modern sistemin ulus devletlerden oluşmakla beraber BM’nin özellikle veto yetkisi olan büyük devletlerin çıkarlarını koruyan bir araç haline geldiğini belirtmektedir.

Modern Avrupa Roma anlaşması ve Avrupa Konvensiyonel Güçler Anlaşması (CFE) ile doğan AB Cooper’a göre postmodern sistemin en gelişmiş örneği. Kapitalist sistemin küresel boyutta yaygınlık kazanmasıyla dünya ekonomisini yönetmek üzere IMF, Dünya Bankası ve DTÖ gibi kuruluşlar oluşturulmuştu. Supranasyonel (ulusların üstünde) değil ancak transnasyon (uluslar arasında geçiş sağlayan) bir özelliği vardı. IMF ve OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı) ise ekonomik denetleme sisteminin başında yer alan postmodern kuruluşlardır. 

Francis Fukuyama devletlerin yeniden yapılandırılması gerektiğini öne sürmüş ve bu görevin ABD’ye düştüğünü ifade etmişti. Bir süre sonra ABD’nin küresel soygununun içyüzü ortaya çıktığında sosyal demokratik kapitalizminden sonra liberalizm ile muhafazakârlığın bir sentezi olarak gelişen yeni sağcı akımının felsefesinin daha küçük ve yoksul devletleri küresel baskı ve şiddet zoruyla hizaya sokmak demek olduğu anlaşılacaktı. Ulus devleti savunur görünseler de neoconlara göre devletler küçültülecek hatta elverirse eritilecekti. İMF, Dünya Bankası gibi küresel kuruluşlar vasıtasıyla ulus devlet ve ekonomilerin güçleri zayıflatılmaktadır aslında. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Paris’te toplanan konferansta ABD Başkanı Thomas Woodrow Wilson’un teklifiyle ve “Dört Büyükler” olarak adlandırılan ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya’nın kararıyla BM’nin temeli sayılan Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) kurulmuştu. Emperyalist paylaşım anlaşması niteliği taşıyan Versailles Barış Antlaşması ise 2.Dünya Savaşı’nın zeminini hazırlayan anlaşma olarak kabul ediliyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen çok uluslu sistem post modernin hegemonyası olarak görülebilir. Bu sistem Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve İMF (uluslar arası Para Fonu) tarafından yönetilmektedir.

Güçlü devlet döneminin (1648’den 1989’a) bitmiş olmasından sonra post modern çağın 1989’da başladığını ifade eden Robert Cooper’a göre Batı Avrupa’da hiçbiri tam olarak kontrolü elinde tutmayan hükümetler, uluslar arası kurumlarla özel sektörün rolleri ve sorumluluklarının giderek üst üste bindiği bir sisteme doğru gidilmesindendi. (The Breaking of Nations: Order and Chaos in The Twenty-First Century - Ulus Devletin Çöküşü: 21.Yy’da Kaos ve Düzen, Türkçesi Berrin Karahan, Güncel Yayıncılık, 2005).


Samir Amin yeni emperyalist küreselleşme modelini önceki küreselleşme modelinden de daha acımasız olarak nitelendirerek ABD, Batı Avrupa ve Japonya üçlüsünün emperyalizmi olarak “kolektif emperyalizm” biçiminde adlandırmaktaydı. ABD önderliği ve şemsiyesi altında oluşan emperyalist blokta önceki dönemde her bir tekil sömürgeci-emperyalist gücün (metropolün) doğrudan sömürgesi olan ülkeler de kolektif emperyalizmin kolektif sömürgesi haline getirilmek istenmekteydi. 1945 ve 1968 arasındaki dönem ulus devlet yapısının 3.dünya ülkelerine taşınmasıyla beraber 66 ülke daha sömürge yönetimlerinden bağımsızlığını kazanmış görünüyordu fakat Cooper’a göre Batılı sömürge imparatorluklarının günümüzde de örneğin Kuveyt’i işgal eden Saddam Hüseyin’in girişiminin tehdit olarak algılanmasında olduğu gibi eski sömürgelerini hala kendi mülkleri olarak gördüğünü göstermiştir. Geniş siyasi ve kültürel örgütler ve devletlerin oluşturduğu bir tekelci ortam olan dünya ekonomileri sistemini Wallerstein’a göre kapitalist sistem ve işçi sınıfı ile burjuvazinin ilişkileri belirlemekteydi.

Amerikalı yazar Robert J.C. Young 1994’teki "Egypt in America: Black Athena and Colonial Discourse (Amerika’daki Mısır: Siyah Atina, Irkçılık ve Sömürge Söylemi)" adlı metinde de “sömürge söylem çözümlemesi, edebi ve kültürel kuram içerisinde akademik bir alt-disiplin olarak Edward Said’in ‘Oryantalizm’ kitabıyla başlatılmıştı” demektedir. İngiliz sosyolog Robert Miles ise kapitalizm ile ırkçılığı çözümlemede çağdaş kapitalist devletin yapısını merkeze koymanın zorunlu olduğunu vurgular ve 18 ve 20.Yy arasında Avrupalıların sömürgeleştirme faaliyetlerinin askeri, stratejik ve ekonomik güdülerle harekete geçtiğini belirtmektedir. İlk sermaye birikimi Afrikalıların öteki ve aşağı tür varsayımı temelinde gerçekleştirilmişti. İşgücünü ücret karşılığında satmaya zorlamak için nüfusu üretim araçlarından yoksun bırakma süreci kapitalist üretim tarzına dönüşümün genel özelliğidir ve zorunlu olarak zorlamanın çeşitli biçimlerine dayanır. Fakat Marks’ın işaret ettiği gibi her zaman tarihsel olarak özgül bir biçim alır (Derleyen: Işıtan Gündüz, Milliyetçilik Üzerine Ulussuz Devletler Devletsiz Uluslar, Nesnel Yayınlar, 2008).

Yeni dünyanın yeni güvenlik sisteminin temeli teknoloji ve korkulara dayanmaktadır. Batılılar uyuşturucu, salgın, mülteciler vs. sorun olan bölgeleri hem kanunsuzluk ve suça teşvik eden kaos bölgeleri hem de çıkarlarına bir tehdit olarak değerlendirmekte. İmparatorluklar çağı, ulus devlet ve soğuk savaş gibi eski düzen döneminin ardından BM’nin aktif olarak devreye girişiyle post modern devletler ve birinci körfez savaşıyla YDD kavramı gelişmişti. Bu kavramı ilk dile getiren George W. Bush‘tur.

Emre Kongar 13 Ekim 2006 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Ortadoğu’da ABD’den bağımsız bir politika yürütmek olanaksızlaştı” diyordu. Bill Clinton’la başlayan Preemptive preeminence (önleyici vuruş) politikası dünyanın herhangi bir yerine her an askeri müdahale etmesinin gerekçesini oluşturmaktaydı. Ancak günümüzde Clinton’un ekonomik danışmanlığını yapmış olan Joseph Stiglitz’in bile kabul ederek 2002’de yayınlanan kitabına da adını verdiği gibi “Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı” yaratmıştı.

ABD eski devlet başkanlarından James Monroe 2 Aralık 1823’te İngiltere dışındaki ülkeleri Güney Amerika’dan uzak durması için uyararak ABD’nin arka bahçesi kabul ettiğini bütün dünya’ya ifşa etmişti. Latin Amerika’da günümüzde nüfusun yüzde 46’sı yani 200 milyon insan yoksulluk içinde yaşamakta. 1980’den 1990’lı yılların ortalarına kadar (1991-1994) reel ücretler Arjantin’de yüzde 14, Uruguay’da yüzde 21, Venezüella’da yüzde 53, Ekvador’da yüzde 68 ve Bolivya’da yüzde 73 oranında düşmüştür. James Petras "Bugün çok kutuplu bir dünya düzeni var. Kutuplardan biri ABD, diğeri Iraklı, Afganistanlı, Latin Amerikalı insanların hareketleri, yani devletler artık tek güç unsuru değil" diyordu. Latin Amerika’daki genelindeki Bolivarcı devrim çizgisindeki gelişmeler Monroe Doktrini’nin artık ülke ülke iflas ettiğinin işaretini vermektedir.

Arjantin’de “kirli savaş” olarak adlandırılan askeri diktatörlük döneminin ardından iktidara gelen peronist hükümetler toplumsal hareketleri ancak ılımlı tedbirlerle yatıştırabilmişti. Arjantin’de geniş halk desteğiyle iktidara gelen Eduardo Duhaldo ile Néstor Kirchner hükümetinden sonra son olarak Cristina Fernández de Kirchner hükümeti de İMY’ye bağımlı politikalara çark edince kitle desteğini tamamen kaybetmiştir. Arjantin’de muhalif hareketler polis gücü, medya desteği, sadakalar ve yardımlarla kontrol edilmeye çalışılmakta.

Uruguay ve Ekvador’da sosyalist başkanlar görevdedir. Arjantin ve Brezilya’dan bütün Güney Amerika’ya yayılan kriz 2002’de Uruguay’ı da vurmuştu. IMF politikalarıyla tetiklenen ve nüfusun üçte birini yoksulluk sınırının altına iten krizin çözümünü yine IMF kredilerinde arayan önceki hükümet seçimleri kaybedince eski bir gerilla lideri olan Tabare Vazquez Uruguay’da seçilen ilk sosyalist devlet başkanı oldu. Ekvador’da devlet başkanı seçilen sosyalist ekonomist Rafael Correa ise 21.Yy sosyalizmi olarak devlete merkezci rol veren, yabancı üsleri kapatan kararları içeren bir anayasa paketi hazırlamıştı.

Bolivya’da MAS (Sosyalist Hareket) lideri Eva Morales 2005’te ilk seçilen yerli devlet başkanı oldu. Bolivya’da yerli halk anayasal olarak haklarının artmasını, refahın adaletli dağıtımını ve başta enerji kaynakları olmak üzere bütün doğal kaynakların kamulaştırılarak halk tarafından denetlenmesini istemektedir. Köylüler, yerliler, öğrenciler ve çeşitli sol fraksiyonların oluşturduğu kesim siyasal modelin iflas ettiğini düşünüyor ve La Paz’da doğalgaz yataklarının bulunduğu zengin maden bölgesinin nimetlerinden yararlanan çoğu Avrupa kökenli kodamanların özerklik istemesine karşılık serbest piyasa ekonomisinin ve neo liberal uygulamaların halkı yoksullaştırdığını, bir avuç seçkini zenginleştirdiğini ancak yerlileri fakirleştirdiğini savunuyorlar. 

Venezüella’da 1999’da seçilen MVR (Movimiento Quinta República) lideri Hugo Rafael Chávez Frías partisinin seçim zaferinden sonra 2004’te ABD ve neoliberal politikalara karşı “antiemperyalist” ve “21.Yy Sosyalizmi” ne bağlılığını ilan etmişti. İletişim sektörü devlet tarafından kontrol altına alınan Venezüella’da Toprak Yasası ile köylülere, kamulaştırılan şirketlerde işçilere ve eğitim ve sağlık alanında alt sınıflara öncelik veren uygulamalar başlatıldı. 2006 tarihindeki seçimden de zaferle çıkan Chavistalar 2007’de doğrudan katılım ve halk meclislerini içeren neoliberalizme karşı somut bir alternatif model devreye sokmaya karar verdi.

Burjuva medyanın bilgisayar ve cep telefonu üzerinden yürütmeye çalıştığı sinsi kapitalist propagandaya karşın emperyalistler karşısında Kübalılar dünyanın ezilen tüm uluslarına sosyalist umudu ve inancı aşılamakta. Kırk yıllık ABD ambargosuna rağmen küresel kriz ve Bush’a yöneltilen eleştirilerinde hız kesmeyen Fidel Castro, 28 Mart 2007’de ABD Başkanı George W. Bush’un gıda maddelerinin yakıta dönüştürülmesi fikrine destek vermesi üzerine, Küba Komünist Partisi yayın organı Granma gazetesinde yayımlanan bir makalede “biyoyakıtların açlığa neden olacağı” uyarısında bulunarak Bush’a cevaben yazdığı mektupta “Dünyada üç milyardan fazla insan açlık ve susuzluktan dolayı erken yaşta hayatını kaybetmeye mahkum edilmiştir. Besin maddelerinin yakıta dönüştürülmesi şeklindeki uğursuz fikrin, ABD’nin dış politikadaki ekonomik bir eğilimi olduğu, 26 Mart’ta netleştirildi” diyordu.

Şili’de 11 Eylül 1973’te Amerikan destekli darbeyle Pinochet cuntası tarafından devrilen Salvador Allende’nin son konuşmasının sözleri sanki unutulmamış gibi. Allende “inanın ki er ya da geç özgür insanların yürüyeceği o geniş caddeler daha güzel bir toplum kurmak için açılacak” diyordu. Şili’de devlet başkanlığında şimdi 17 yıl hüküm süren diktatör Pinochet’in hapishanelerinde yaşamını yitirmiş bir militanın kızı olan Michelle Bachelet var. Sosyalist aday Bachelet seçimi halkın oylarının yarıdan fazlasını alarak kazanmıştır. 

Brezilya’da halk devrimini amaçlayan 1947’da yasaklanmış olan Sovyet yanlısı Komünist Partisi (Parti Communiste du Brésil - PCB) liderliğindeki güçbirliği emperyalist ve yarı feodal ülke ittifakına karşı muhalif bir cephe oluşturmaktaydı. Fakat sendika, öğrenci örgütleri ve örgütlü sol güçbirliği ile bütün sol fraksiyonlar ABD desteğindeki askeri darbeyle bastırılmıştı. Askeri rejim altında dış borçlar hızla yükselmiş, GSMH düşmüş ve gelir dağılımı bozukluğu ile refah eşitsizliği ortaya çıkmıştı. 1970’lerde petrol krizleri ve enflasyonla beraber yeniden canlanan kitlesel direniş hareketleri ile rejimin meşruiyeti yeniden sorgulanmaya başlamış ve siyasal liberalizm sürecini başlatarak konumunu güvence altına almaya çalışan askeri rejim ikinci petrol şokuyla ekonomik krizden ötekine sürüklenince egemen sınıfların da güvenini yitirmişti. 1978’de metal işçilerinin grevi sendika lideri Luiz Inácio Lula da Silva’ya yaramıştır. Orta sınıf ve işçi sendikaları arasında bir parti kurma fikri ortaya atılınca 1980’de populizm, yolsuzluk ve kayırmacılık gibi geleneksel hastalıkların gölgesinde Luna başlanlığındaki PT (Brezilya İşçi Partisi) kurulmuş, Partido dos Trabalhadores lideri Luna ülkenin yoksul kesimlerinin de oylarını alarak 2002’de başkanlığa seçilmişti. İktidarda bulunduğu süre içinde kitlesel merkezi bir ulusal parti çizgisi izleyen Luna ekonomik istikrarı sağlamanın yanı sıra, yoksulluğa karşı giriştiği Fome Zero (Sıfır Açlık) kampanyasında da büyük bir başarı kazandı. Ancak 2002 ve 2006’daki seçimlerde yakaladığı başarıya rağmen radikal ekonomik ve sosyal dönüşümlere yanaşmayan Luna popülist sosyal demokratik uygulamalarla bazı grupların özel çıkarlarına hizmet etmeyi yeğleyince kitle desteğini de hızla yitirdi. İşsizlik, düşük ücretler, gelir dağılımı dengesizliği, vaat ettiği toprak reformuna yanaşmaması ve neo liberal politikaları sürdürmesi sosyalistleri; Birleşik Sosyalist İşçi Partisi (PTSU) ve İşçi Platformu PSO’yu Luna’ya karşı konumlandırmıştır. Rüşvet ve yolsuzluk skandalları ve hâkim sınıfların etkisiyle değişime izin vermeyen ve giderek İMF’ye bağımlı sağcı bir parti haline gelen Lula ve neoliberal Cardoso’nun PT rejimine karşı James Petras’ın da belirttiği gibi özellikle bütün dünyada ilgiyle izlenen Topraksızlar Hareketi (MST)’nin faaliyetleri artarak sürüyor.

Meksika’dan ABD’ye yayılan göçmen işgücü akımı ve kayıt dışılık ABD için gelecekte büyük bir tehlike olarak kabul edilmektedir. İhracatının yüzde 85’i ithalatının yarıdan fazlası ABD ile olan NAFTA üyesi Meksika’da bile neoliberal kimlik 2006’daki seçimlerden sonra neoliberal reformlarla beraber artan yoksulluk sebebiyle ciddi biçimde sorgulanmaya başlamıştır. Meksika’da merkez sağ eksenli D.L.Raby’nin deyişiyle “liberal ve muhafazakâr açık seçim yolsuzluklarıyla korunduğu” iki partili otoriter ve militarist egemen sisteme karşı kitlesel hareketler ve toplumsal aktörler daha belirgin ortaya çıktı. Muhafazakâr ve ABD yanlısı Milli Hareket Partisi (PAN) ile Kurumsal Devrim Partisi (PRI) karşısında, Andrés Manuel López Obrador liderliğindeki PRD (Demokratik Devrim Partisi), "la otra campaña" (öteki kampanya) diye adlandırılan aşağıdan-yukarıya demokratik yapılar ve ittifaklar inşa etmeyi amaçlayan ve sözcüsü Subcomandante Insurgente Marcos olan EZLN (Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu) ve doğrudan demokrasi ile temsili hedefleyen APPO (Oaxaca Halk Meclisi) yer almaktadır. 2003’te Porto Alegre’de ve 2007’de Nairobi’de Dünya Sosyal Forumu’nda bir araya gelen alternatif küreselleşme hareketi yanlılarının “Başka Bir Dünya Mümkün” sloganıyla EZLN yerli halkın desteklediği etkili bir toplumsal harekete dönüştü. Bu üç sosyo-politik hareket 2006’daki hayli tartışmalı ve çekişmeli başkanlık seçimlerinden sonra görevi devralan Milli Hareket Partisi’nin (PAN) temsilcisi Felipe de Jesús Calderón Hinojosa’nın neoliberal politikalarına karşı etkili bir cephe oluşturmaktadır.

Arjantin’deki Piqueteros (İşsizler), Brezilya’daki MST (Topraksız Köylü Hareketi), MTST (Evsiz İşçiler Hareketi), Bolivya’daki, Uruguay’daki ve Güney Afrika’daki suyun özelleştirmesine karşı hareketlerde olduğu gibi ekonomik ve sosyal taleplerle dile getirilen tepkilerin de örnek olmalarıyla hızla kitlesel eylemlere dönüştükleri gözlenmekte. Gerardo Rénique (Meksika) “Kapitalizmin üzerindeki hayalet bugün Latin Amerika’yı dolaşıyor. Bölgede halen devam eden sosyo-politik başkaldırılar küresel sermayenin ve neoliberal ideolojinin hegemonyasını tehdit ediyor” diyor (Latin Amerika’yı Anlamak Neoliberalizm Direniş ve Sol, Hazırlayan Aylin Topal, Yordam Kitap, 2008). Wallerstein özellikle Güney Afrika, Brezilya ve Meksika’da gelişecek sol toplumsal hareketleri dünya çapındaki mücadeleler üzerinde büyük bir etkisi olacak olan politik bir kavşak olarak görmektedir. Wallerstein’e göre Güney Afrika’daki hareketler ve Latin Amerika’daki sol dalga hem neoliberal politikalara karşı yükselen direnişlerin hem dünyanın geleceğini de belirleyecekti. 

Mıles devletin kapitalist üretim tarzının ve ulusun yaratılmasında ve yeniden üretilmesinde hala esas olduğunu belirtmekte. Harry Samuel Magdoff "emperyalizmin ortadan kaldırılması, kapitalizmin yıkılmasını gerektirir" demekte. “Kapitalizmle demokrasi bağdaşmaz” diyen Ellen Meiksins Wood ise kapitalizmin ulus devlet üstünde yürüyen bir döngü ve ulusal ekonominin de küresel sistemin vazgeçilmezi olduğunu belirtmektedir. Avrupa komünizmini sosyalizme geçişte burjuva demokratik biçimlerin genişletilmesi ile sınıflar arası halk ittifakı şeklindeki bir doktrin olarak tanımlayan Wood, “The Retreat from Class (Sınıftan Kaçış)” adlı kitapta kapitalizmden kurtulmak için mücadelenin ulusal ölçekli bağımsız bir ekonomi ve ulus-devlet temelinde de yürütülmesini öneriyor.

Montserrat Guibernau ulus’u ortak bir kültürü paylaşan, sınırları tartışmaya yer bırakmayacak biçim ve belirlenmiş toprağa bağlı olan ve ortak bir gelecek projesi ile kendini yönetme hakkı iddiasıyla topluluk oluşturma bilincine sahip bir insan grubu olarak tanımlıyordu. Kapitalist üretim tarzı ve ulusal devlet sosyal olarak oluşturulmuştu. Ulus devletlere bölünen dünyada bu devletleri yöneten sınıfların ekonomik ve politik çıkarları bir diğerininkine tehdit sayılmaktadır. Devlet şiddet araçlarının meşru olarak kullanılmasını kontrol eder. İç ve dış egemenliği elinde bulunduran devletin ordu ve polis gibi yasal sisteme ait kurumları ulus sınırlarının korunması kadar sınıf çatışmasında da devreye girmektedir. Ancak Guibernau ulus devlet yapısının Nijerya ve Kenya gibi ülkelerde ise günümüzde de süregelen etnik çekişmeleri ve iç savaşları da ön plana çıkardığını ifade etmektedir.

18.Yy insanlık tarihinin en büyük sosyal değişimlerinin sergilendiği çağdır. Eric J.Hobsbawm toplumsal araştırmanın çok üstün örneklerinden biri olarak anılmaya değer dediği Engels’in “Die Lage der arbeitenden Klasse in England (İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu)” adlı 1845’te kaleme aldığı kitaba ilişkin yazdığı sunuda proletarya sorununun yerel ya da ulusal değil, açıkça uluslararası bir sorun olduğunun altını da çizer. Özellikle buhar gücü ve yeni makinecilik (maşinizm), kömürün yakıt olarak demir çelik üretiminde kullanılması, manüfaktürü modern büyük sanayi durumuna dönüştürmüştür. İşçi sınıfının ortaya çıkmaya başladığı 19.Yy ortalarında yazdığı Anti-Dühring’te Engels “Buhar ve yeni makinecilik (maşinizm), manüfaktürü modern büyük sanayi durumuna dönüştürdü ve böylece burjuva toplumun tüm temelini altüst etti” diyordu (1878). Kırlardan kentlere akın eden işgücü emeğin değerinin düşmesine, emek arzının bolluğuna ve çalışma koşullarının bozulmasına yol açmıştı. Louis René Villermé 1840’ta yazdığı “Tableau de 'Etat Physique et Moral des Ouvriers employés dans les Manufactures de Coton, de Laine et de Soie” adlı kitapta Fransa’daki 20 saatlik çalışmaları karşılığında kazandıkları düşük ücretlerle sefalete sürüklenen erkek, kadın, hatta çocuk yaşta emekçilerin hazin durumunu dile getirmişti. Eski manifaktür büyük sanayiye dönüştükten sonra düşük maliyet ve yüksek kâr içeren çok kötü çalışma koşulları yeni üretim güçleri ve sosyal sınıflar arasındaki çatışmayı da körüklemiştir. Yedek sanayi ve rekabet yasası ile arzın talebi aşması, aşırı-üretim, pazarların tıkanması, her on yılda bir bunalımlar ortaya çıkarmaya başlamıştı.

Karl Marks “Gotha Programının Eleştirisi”nde (1875) sosyalist devrim, proletarya diktatörlüğü, kapitalizmden komünizme geçiş dönemi, komünist toplumun iki evresi, sosyalizmde toplumsal ürünün üretimi ve dağıtımı ve komünizmin bellibaşlı özellikleri, proleter enternasyonalizmi ve işçi sınıfı partisi gibi, bilimsel komünizmin bellibaşlı konularına ilişkin birçok düşünceleri formüle etmişti:

"Emek bütün zenginliğin ve bütün kültürün kaynağıdır, işe yararlı emek, ancak toplum içinde ve toplum tarafından meydana getirildiği için, emeğin geliri, tümüyle, eşit hakla, toplumun bütün üyelerine aittir. Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre!”

“Modern Sömürgecilik Teorisi”nde ise “halk yığınlarının topraktan mülksüzleştirilmesinin, kapitalist üretim tarzının temelini oluşturduğunu görmüş bulunuyoruz” diyerek şunları ekler “Kapitalist üretimin büyük güzelliği şuradadır: yalnız ücretli işçiyi durmadan ücretli işçi olarak yeniden-üretmekle kalmaz, aynı zamanda, sermaye birikimiyle orantılı olarak daima bir nispi ücretli işçi artı-nüfusunu da üretir. Emekçi artı-nüfus, birikimin ya da kapitalist temele dayanan zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünü olduğu gibi, artı-nüfus, her an el altında bulunan yedek bir sanayi ordusu oluşturur” (Kapital Cilt 1). Kapitalizmin gelişmesi, üretim araçlarından yararlanamayan, işgücünü ücretle takas etmek zorunda kalan bir sınıf ve üretim araçlarını elinde toplayan işgücü arayan sınıf yaratmak için aktif mülksüzleştirme ve zenginliğin bir yerde toplanması sürecine dayanmaktadır. Marksist tarihçi ve yazar Eric J.Hobsbawm’a göre ulusçuluk burjuvazinin sadece bir toplum yaratma düşü değil sermaye birikimi ve proterleştirme süreçlerinin içinde gerçekleşebileceği coğrafi sınırları yaratma anlamında da bir birleşme ideolojisiydi. Hobsbawm ulus devletin oluşumunda kültürel olarak farklı nüfusları genişleyen bölgesel sınırlar yaratmak kadar her zaman kuvvet kullanımının var olduğunu savunmakta ve bu katma işlemini haklı göstermek için tarihe dayanan efsane ve geleneklerin aktif olarak yaratıldığını belirtmektedir.

18. Yy sonlarında liberal düşüncenin egemen olduğu modern ulus devletin kuruluşuna ön ayak olan düşünce biçimi merkantilizmdi. İhracatı ve dış ticareti teşvik eden merkantilizm iktisadi milliyetçiliğin temeliydi. Ev ekonomisinin yaygın olduğu merkezi devlete geçiş döneminde etkili olan merkantilizm ticareti ekonomik düzenin esası kabul ederdi. Pazar kavramını geliştiren merkantilistler ulusların zenginliğini sahip olduğu değerli madenlerin miktarı ile ölçerek yeni sömürge yoluyla değerli maden girişinin artmasını savunmuştu.

Ticari kapitalizminin gelişmesiyle beraber emek-sermaye arasındaki çelişki de keskinleşmiştir. İşgücü tamamen ücret karşılığı alınıp satılabilen bir metaya dönüşerek giderek Engels’in belirttiği gibi büyük sanayi maşinizmi, işçiyi makine düzeyinden bir makinenin yalın bir yardımcı parçası düzeyine düşürmüştür: "Bir ve aynı aleti yaşam boyu kullanmanın verdiği uzmanlık, şimdi bir ve aynı makineye yaşam boyu hizmet etmenin verdiği uzmanlık durumuna gelir. Makine işçiyi, ta çocukluğundan başlayarak, parça-makinenin bir parçası durumuna sokmak amacıyla kötüye kullanmıştır”. İşçi hareketlerinin ortaya çıkışındaki etken feodalite sonrası sanayileşmenin farklı bir kölelik düzenini dayatmasıydı. Kapitalizm emekçiler için başlı başına bir kriz kaynağı idi. Devlet müdahalesini savunan görüşlerin temelinde ise kapitalist sistemin değişimi yerine krizin ötelenmesi yatıyordu.

Klasik ve liberal iktisatçıların tutumundaki yumuşamayla reformist görüşlerin hareket noktasındaki temelde sanayi kapitalizmiyle makineleşmenin toplumsal refah düzeyindeki tahribi ve yarattığı kitlesel sefalet yatmaktadır. İngiltere’de hükümet tarafından görevlendirilerek 1941 yılında çalışmalarına başlayıp, çalışma sonuçlarını 20.11.1942 yılında açıklayan Sir William Beveridge başkanlığındaki komisyonun hazırladığı ve “Beveridge Raporu” olarak anılan belge sosyal güvenlik hakkının içeriğinin belirlenmesi açısından dikkat çekicidir. Rapora göre, soyut bir özgürlük anlayışı insan hayatı için bir garanti değildir. Çünkü insan, beş canavarla karşı karşıyadır; yoksulluk, hastalık, bilgisizlik, pislik (sefalet) ve işsizlik. İnsanı bu savaşında destekleyecek olan iktidar bunu ne bahşiş, nede sadaka olarak yapacaktı. Vatandaş bunu bir hak olarak isteyebilecektir. Bu hakkın adı da sosyal güvenliktir demektedir. Jean Charles Léonard de Sismondi ise devletin sosyal politikalar geliştirmesini savunurken John Maynard Keynes tam istihdam ve işsizlik sorununa dikkat çekmiştir. Kapitalist sistemin yıkıcı etkisine karşılık gelişen “sosyal refah” kavramını tanımlayan Walter A.Friedlander:

“Kişi ve grupların verim kabiliyetlerini geliştirebilmeleri, aileleri için doyurucu bir hayat ve sağlık standardına ulaşmaları, aynı zamanda kişisel ve sosyal ilişkilerini dengeli olarak devam ettirmelerini sağlamak amacıyla sosyal hizmetler ile sosyal kurumların organize edilmiş bir sistemidir” demekteydi.

Neil Smith kitabı “American Empire”de ABD’nin küresel güç kalma çabasını 3’e ayırır. İlk aşamada Birinci Dünya Savaşı sonrası işçi sınıfının mücadelesinin yükseldiği dönemdir. İkinci aşama BM’nin önderliğine geçen ABD bloklaştırma (antagonizma) politikası izleyerek günümüzdeki küresel egemenlik kurmak (hegemonluk) hedefini gerçekleştirmek istemişti. Ancak son aşamada da bu defa 11 Eylül ve Irak politikası başarısızlığa uğramıştır. 

19. yüzyılda Avrupa’nın sanayileşmesinde başı çeken İngiltere’nin ünlü tarihçisi Arnold Toynbee 1939’da yazdığı “Bir Tarih İncelemesi” adlı yapıtında modernizmin birinci dünya savaşıyla sonaerdiğini ve ikinci dünya savaşından önce post modernist dönemin başladığını belirtmişti. Postmodernizm terimi ilk kez bu dönemde yani 2 dünya savaşı arasında ifade edilmiştir. 1972’de Missouri’deki işçilere ait toplu konutların yıktırılması postmodernizmin fiili başlangıcı olarak kabul edilir. Marks’ın Engels’le birlikte kaleme aldıkları “Alman İdeolojisi”nde de kentlerin sosyal sınıfların çatışma alanı olduğu ifade ediliyordu. Endüstrileşme ve kentleşmenin en büyük ivmelerini kazandığı modern çağla ilgili dönemleri ele alarak inceleyen Marksist tarihçi Eric J. Hobsbawm ise büyük kentlerin Engels'e göre kapitalizmin en tipik yerleşim yerleri olarak kabul edildiğini ve sınırsız sömürü ve rekabeti en çıplak biçimiyle ortaya çıkardığını hatırlatır:

“Çoğu zaman, sanayi-öncesi bir geçmişten gelen göçmenlerin oluşturduğu yeni proletaryayı kapitalizm bir toplumsal cehenneme küreler; o cehenneme takılıp kalırlar, düşük ücret alırlar ya da açlık çekerler, gecekondularda çürümeye bırakılırlar, ihmal edilirler, hor görülürler; yalnızca, rekabetin kişisel-olmayan gücünün değil, ama bir sınıf olarak burjuvazinin de zorbalığıyla yüzyüze gelirler; burjuvazi onları insan olarak değil nesne olarak görür; insani varlık olarak değil ‘emek’ ya da ‘el’ olarak görür (İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu).

Engels’e göre “Düzeni çok iyi bir toplumda bu gelişmeler yalnızca mutluluk kaynağı olurdu; herkesin herkesle savaşında ise, bireyler yararı kendi ellerinde topluyorlar ve çoğunluğu, geçim araçlarından yoksunlaştırıyorlar. Makinelerdeki her iyileştirme, işçileri işsiz bırakıyor ve ilerleme arttıkça, işsiz sayısı daha çoğalıyor; bu çerçevede, her büyük ilerleme, bir miktar işçi üzerinde ticari bunalım etkisi yapıyor; yoksunluk, sefillik ve suç üretiyor”du.

Dünya’daki kapitalist sistemden kaynaklanan değişim ve gelişmelerden A.Smith’in de sözünü ettiği gibi en fazla işçi sınıfının etkilediğinden kuşku var mı? Fukuyama’nın son kitabı “State Building (Devlet İnşası)”de belirttiği gibi zayıf devletlerin yarattığı sorunlara bağlanan bakışla ABD'nin Irak’ta İsrail’in Filistin’de uyguladığı işgal politikasıyla yaratılan uluslar arası meşruiyetle 2.Dünya Savaşı’ndan sonra başta ABD ve İngiltere gibi sanayileşmiş ülkelerin metropollerinde ortaya çıkan kentsel soylulaştırmayla büyük sermayeye açılan sanayileşmenin ve emperyalizmin kentlerde yarattığı yoksulluk ve yozlaşma sonucunda emekçilerin yaşadıkları alanların yağmalanması arasında herhangi bir fark tabiî ki yoktur.

John Steinbeck 1939’da yazdığı “Gazap Üzümleri” adlı romanda ABD’deki hızlı ve vahşi bir sanayileşme süreci sonucunda ortaya çıkan 1929 krizinin etkilerini gerçekçi ve eleştirel bir dille anlatmıştı. 19.Yy boyunca müthiş bir büyüme sergileyen ABD’de yaşanan ekonomik ve sosyal çöküntü; bir yanda sermaye birikimi, toplumsal gelişme, eğlence, lüks ve gelişmiş banka güvencesi isteyenler bir yanda işsiz kaldıkları için topraklarından göç eden tarım işçileri. Emekçilerin İstedikleri tek şey yiyecek ve topraktır. Borsada varını yoğunu yüksek kazanç umarak kaybedenler, bankaların ve tefecilerin eline düşen küçük üreticiler, yoğun göç sonucunda yollara düşen, işsiz tarım emekçilerinin büyük toprak sahipleri tarafından sömürülmesi, açlık ve sefaleti. Değişim karşısında verilen umutsuz hayat mücadelesi karşısında, düzeni bozuk ve dayanışmadan yoksun toplumda kazanılmış tek şey ise yozlaşma ve yoksulluktur. Steinbeck, “hükümet bu insanlara yiyecek ve ilaç yardımı yapmaya çalışıyor. Ama bu yardımları, çıkarcı faşist gruplarla çıkarcı bankalar ve yardımı sabote etmeye çalışan, dengeli bir bütçe için kıyamet koparan büyük üreticiler aracılığıyla yapıyor” diyordu ('Gazap Üzümleri'nin öyküsü, Sennur Sezer, Radikal, 06 Mayıs 2005)

Neoliberalizmin savunucuları neoliberal “reformların” ya da “yapısal düzenlemelerin” eşi görülmemiş ekonomik büyüme, teknolojik ilerleme, yaşam standartlarının yükselmesi ve parasal refahı beraberinde getireceklerine dair söz vermişlerdi. Gerçekte ise dünya ekonomisi neoliberal dönemde durgunluk sarmalına hapsolmuştur. BM Gelişme Raporu’na göre, dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’i, en yoksul kesim olan yüzde 57’yle aynı gelire sahiptir. En zengin yüzde 20 ile en yoksul yüzde 20 arasındaki gelir uçurumu 1960’da 30’da 1’iken bu oran 1990’da 60’da 1’e ve 1999’da 74’de 1’e çıkmıştır. Bu oranın 2015’de 100’de 1’e yükselmesi beklenmektedir.

İnsanlığın içinde bulunduğu bu tablo her açıdan hiç de iç açıcı değil. Bir tarafta kolektif emperyalizmin dayattığı içte ve dışarıda şiddete dayalı bir sömürü, irredantizm ve yağma politikaları diğer yanda dünyanın çoğunluğunun yaşadığı açlık, adaletsizlik ve sefalet. Emekçilerin vatanı ve zincirlerinden başka kaybedecekleri şey yoktur, kazanacakları ise koskoca bir dünya var. Çelişkilerin iç içe geçtiği ve keskinleştiği 21.Yy’da, eşitsizliklerin ortadan kalkması için gösterilecek çaba kesinlikle antikapitalist ve antiemperyalist içerikli bir mücadeleyi gerektiriyor…

TAMER UYSAL



ASAYIŞ


POLİTİKA


SON DAKİKA


MEDYA


Foto Galeri Tümü


TÜM HABERLER


Yükleniyor