Haberi Sesli Oku
  • BIST 100

    9367,77%3,72
  • DOLAR

    34,58% 0,33
  • EURO

    36,23% 0,01
  • GRAM ALTIN

    2987,83% 0,88
  • Ç. ALTIN

    4956,37% 0,00

HACIÜREN KAVAĞI

HACIÜREN KAVAĞI

Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde 3 kız kardeş varmış Bunlar halı dokuyorlarmış Ülkenin padişahı ülkenin dört bir tarafına tellal salmış

            Celal AYDIN

Saruhanlı Anadolu Lisesi

Uzman Edebiyat Öğretmeni

 
                             Bir masal Derlemesi…

 

“Bir varmış, bir yokmuş. Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde…  Deve tellal iken, horoz imam iken, manda berber iken; annem kaşıkta, babam beşikte iken… Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, babam düştü beşikten… Annem kaptı maşayı, babam kaptı küreği, gösterdiler bana kapı arkasındaki köşeyi…”  Çoğu zaman bu formellerle aralanır masal âleminin kapıları. Develer tellal olur, pireler berber. Bir dudağı yerde bir dudağı gökte Araplar, darda kalanın yardımına koşar. Demirden elbiselerini kuşanan acar delikanlılar, Kafdağı’nın ardına yollara düşer. Az giderler uz giderler, dere tepe düz giderler. Altı ay bir güz giderler. Yedi kat yeraltının, on yedi kat gökyüzünün ejderhaları gözü pek yiğitlerin karşısına dikilir. Ayın on dördü gibi güzel, ay gibi ışıldayan, güneş gibi parlayan, padişah kızları kırk gün kırk gece süren düğünle muratlarına erer. Onlar erer muradına, biz çıkarız kerevetine…

Masallar, anonim halk edebiyatımızın en yaygın; fakat günümüzde unutulmaya yüz tutmuş sözlü ürünlerimizdendir. Masallarımız yok olup gitmeden, anlatıcıları dar-ı deryaya göçüp gitmeden derlenmesi bizim asli vazifemizdir. Bizler, unutulmaya yüz tutmuş bu güzide ürünleri hasbel kader gündemde tutmak, derlemek, yazıya aktarmak ve unutulmalarının önüne geçmek istiyoruz.  Bunda başarılı olmuş, halkiyata bir katre katkıda bulunabilmiş isek kendimizi bahtiyar addederiz.

Aşağıda, 1946 Manisa doğumlu Beyhan VURUCU’dan derlediğimiz ve ağız özelliklerini bozmadan vermeye çalıştığımız “Hacıüren Kavağı” adlı masalımızı sizlerle paylaşmak istiyoruz.

İyi okumalar…

Masal masal matitas… Kalaylandı bakır tas… Çukura düştü çıkamaz… Pır pır eder uçamaz…

Var varanın, sür sürenin… Habersiz bağa girenin, hali yaman demişler… Masaldır bunun adı… Söylemekle / anlatmakla çıkar tadı… Her kim dinlemezse bunu, hakkından gelsin kambur dadı…

 

HACIÜREN KAVAĞI

 

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde 3 kız kardeş varmış. Bunlar halı dokuyorlarmış. Ülkenin padişahı ülkenin dört bir tarafına tellal salmış.

— Kimse dışarıya çıkmasın! diye ferman eylemiş.  İdare lambalarının yakılması yasaklanmış. Bu üç kız mecbur halı dokuyup satacaklarmış. Bu ferman üzerine lambaları yakıp halı dokuyamadıklarından çok fakirleşmişler. Padişah ile veziri de bir gün ülkeyi geziyorlarmış ve bir evden soba borusu kadar yerden ışık giriyormuş. Üç kızın eviymiş burası. Padişah eve yaklaşmış, soba borusu kadar ışık giren yerden içeriye bakmış. Kızlar kendi aralarında konuşuyorlarmış. Padişah onları dinlemeye başlamış.

Büyük kız:

—Ah ah, beni bir padişah alsa bütün askerine çadır dokurum. Hiç güneş yüzü görmez, demiş.

Ortanca kız:

—Ah ah, beni bir padişah alsa bütün askerin ayaklarının altına halı dokurum. Beygirler dahi yere basmazlar, demiş.

Küçük kız:

—Ah ah, beni bir padişah alsa, bir kız ile bir erkek çocuğu doğururum. Kızın saçları sırma, oğlanın alnında ay yıldız… demiş.

Padişah bunları duymuş üçünü de almış. Aradan bayağı bir zaman geçmiş.

Padişah:

 —Eeee, hadi bakam atlastan çadır dokucaktın sen ya! demiş.

Büyük kız:

—Eee canım, yeni padişah karısı oldum düzenlerimi hazırlayayım, 6 ay sonra başlarım.

Padişah bu kez ortanca olana sormuş:

—Eeee, hani sen halı dokucaktın ya?

Ortanca kız:

 —Tamam, beyim hazırlayayım tezgâhlarımı, demiş.

Sonra Padişah, ufağına bakmış. Ufak olan hamile… Büyük olan iki kız kardeş birbirine bakmışlar.

Büyük kız:

—Bana bak, bu kenef doğuracak. Bizim yüzümüzü kara çıkaracak. Biz bu çocukları ne yapalım ne edelim yok edelim.

Aradan biraz daha zaman geçtikten sonra küçüğün sancıları başlamış. Ve kız kardeşleri padişahın içeri girmesini yasaklamış. “Doğduktan sonra görürsün” demişler. Kız kardeşler; yavru, daha gözü açılmamış bir kedi eniği ile bir köpek eniği bulmuşlar. Tabii kardeşleri doğum yapmış. Kardeşine demişler ki:

—Sakın bebeklerin yüzünü açma iyi değil, uğursuzluk olur, demişler.

Doğan çocukların gerçekten de oğlanın alnında ay yıldız, kızın da saçları altın sarısı gibiymiş. Hemen o çocukları almışlar. Hiç gıyklatmadan arka kapıdan çıkartmışlar. Kedi eniğinnen köpek enini koymuşlar, örtmüşler üstüne çarşafı. Hemen ordan vezire bir teneke sarı lira vermişler ve ne yapıp ne edip bu çocukları yok etmesini söylemişler. Vezir de bir sandık bulmuş. Çocukları sandığa koyarak denize bırakmış. Ve padişaha “çocuklarınız oldu” diyerek muştuluk götürmüşler. Güya köpek, erkek; kedi ise dişiymiş. Padişah önceden top atışları vs. hazırlatmış; fakat örtüyü açıp doğan çocuklarının bir kediyle köpek olduğunu görünce her şeyi durdurmuş. Anneyi de merdivenlerin altına bir çukur kazdırıp yarı bedenine kadar buraya gömdürmüş. Gelen geçenin yüzüne tükürmesini emretmiş. Ablaları da dâhil olmak üzere…

Sandıktaki çocuklar da Allah tarafından denizde bir dalga çıkmış ve onları Yemen taraflarına doğru sürüklemiş. Buradaki insanlar ise çok fakirmiş ve burada çıplak dolaşılıyormuş. Balık tutmakta olan fakir bir ihtiyar çift bu bebekleri bulmuş ve sahiplenmişler. Çocuklar büyüyünce onlara her şeyi anlatmışlar.

Fakir çift:

 —Bakın yavrum,  sandığın içinde bulduk sizi biz, ama ananız zengindi para yoluna attılar sizi ama fakirdi bakamadılar attılar onu bilemeyiz. Gidin bulun ailenizi. Belki siz giyimli memlekettensiniz oralardan gelmişsinizdir, derler.

Bir vakit sonra nine ile dede ölmüş.

Erkek çocuk:

 —Gel kardeşim biz çıkalım yola, bu yorganımızı da alalım yanımıza. Kimse anamız babamız bulalım, demişler.

Az gitmişler, uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler. İki kış bir güz gitmişler. Bayağı yol almışlar. Ondan sonra babasının memleketi olduğunu bilmeden gelmişler; ama geceymiş. Sabah etraf aydınlanınca bakmışlar herkeste donlar zıbınlar varmış. Tabii bunlar anadan doğma… Hemen orada bir bahçe varmış, hemen bahçeye saklanmışlar. Anadan doğma olduklarından utanıyorlarmış. Vücutlarını örtmek için oradan büyükcene bir kabak yaprağı koparmışlar. Oğlan, kızı kabak yaprakları arasına saklamış, kızın saçları da topuklarına kadar, altın sarısı gibiymiş. Oğlan gidip hanın kapısını çalmış.

Erkek çocuk:

 —Amca, biz çıplak memleketten geldik. Hiç üstüm başım yok, kardeşim var onun da yok.

Dede de:

 —Hadi benim eşyalardan vereyim sana, hanımınkilerden de kardeşine.

Velhasıl bunlar donları, zıbınları, iç göynekleri giyinmişler. Erkek çocuk o gün handa dedeye yardım etmiş, kız da evde temizlik yapmış. Ama çocuğun alnındaki ay yıldız çok belli oluyormuş.

Dede:

 —Oğlum sana nazar değer, şu fesi al alnını kapasın, demiş.

Bir gün, beş gün böyle derkene, bakmış padişahın askerleri talim yapıyormuş. Bir o yana, bir bu yana…

Çocuğun canı çekmiş. Gitmiş orada askerin birine:

—Padişaha söyleyin de ben de askerin yanı başında talim yapayım, demiş.

Çavuş bu oğlanın isteğini, şevkini kırmamak için Padişahtan zorla da olsa izin almış. Çocuk başlamış sevinçle talim yapmaya. Yanındaki askerlerden daha güzel talim yapıyormuş. Padişah, daha çocuğu görür görmez “nur topu gibi bir oğlan” diye geçirmiş içinden.

—Ah ah, Allah bana böyle bir evlat verecekti...

Padişah, çocuğu öyle sevmiş ki hemen içi ısınmış. Ama o gün kimseye bir şey söylememiş. Ertesi gün sofrada:

—Ah ah, Allah bana böyle evlat verecekti…

Büyük olan iki kız kardeş birbirine bakmış.

Büyük kız:

—N’oldu ya Sultanım?

Padişah:

—Handa genç bir delikanlı var, askerin yanında talim yapıyor içime koyacağım geldi onu böyle, o kadar güzel çocuk, o kadar terbiyeli ki sanki oğlum gibi…

Sabah olup padişah askeriyenin yanına gidince büyük teyze, gidip hanın kapısını çalmış. Kapıyı kız açmış.

Kız:

—Ooo teyze hoş geldin, buyur gel! demiş.

Teyze: (korkarak içinden)

—Anaaaa! Bunlar beni bildi…

Neyse oturmuş.

Teyze:

—Siz nerdensiniz kızım?

Kız:

—Biz işte çıplak memleketten geliyoruz.

Büyük kız:

—Bu ev kimin?

Kız:

—Nine ile dedenin. Bizi yanlarına almışlardı. Bir vakit önce öldüler ve bu hanı bize bıraktılar. Bir de abim var. Padişahın ordusunda talim yapıyor.

Teyze:

—İyi be yavrum; ama sen burda yalnız başınasın, bak abin talim ediyor, senin burda canın sıkılır.

 

Kız:

—Sıkılmıyo, abim geldi mi hiç canım sıkılmaz.

Kızın da öyle bir örtüsü varmış ki saçının tek teli dahi gözükmüyormuş. Ölmeden önce han sahibinin karısı “Saçını hiç kimseye göstertme kocandan başka” diye tembih etmiş.

Teyze:

—A yavrum, saçların uzun mu kısa mı senin?

Kız:

—Allah vergisi teyze...

Teyze:

—İstanbul yakınlarında bir yerde Hacıüren kavağı var. Ordan bir yaprak koparsın gelsin abin, envai çeşit şarkı söylüyor bu yaprak, o zaman canın hiç sıkılmaz.

Teyze bunları söyledikten sonra gitmiş. Kızın abisi gelince olanları anlatmış. “İstanbul yakınlarında Hacıüren Kavağı denen ulu bi ağaç varmış. Ben o ağacın yaprağını istiyom” demiş abisine. Abisi de asla kardeşini kıramazmış. Abisi bu ağacın yaprağını nasıl getireceğini düşlerken atının yanına gitmiş. At kişnemeye başlamış ve huysuzlanmış. Allah’ın da izniyle at dile gelmiş konuşmaya başlamış. Çünkü bu kavak cin ve perilerin kavağıymış, ölüme yolluyormuş insanları.

At:

—Hey delikanlı! Bile bile ölüme gidiyoruz. Yüzde bir umut!  Gittiğimiz yer öyle bir yer ki dönüşü yok. Fakat benim dediklerimi iyi dinle. Yedi günlük yol gideceğiz. Önümüze bir kapı denk gelecek. Ordan geçeceksin. Bir tarafta kurt, bir tarafta koyun. Koyunun önüne et koymuşlar, kurdun önüne ot koymuşlar. Koyunun önündeki eti kurda, kurdun önündeki otu koyuna vereceksin. Biraz daha gittikten sonra çeşme çıkacak iki kurnalı. Birinden kan akıyor,  öbüründen irin. İrinden üç yudum alacaksın, “oh ne iyi, ne hoş su” diyeceksin. Kandan da abdest alacaksın. İki rekât namaz kılacaksın orda. Ondan sonra gideceksin. Sonra önüne koca, ulu bir kavak ağacı gelecek. Elini tasarlayacaksın zıplayıp bir yaprak kopartıp hiç arkana bakmadan geri döneceksin.

O gece hiç uyuyamamış çocuk. Ertesi gün yola çıkmış ve atın anlattıklarının aynısını yapmış ve sağ salim eve gelmiş. Ama aradan bir hafta geçmiş. Padişah oğlunu görmediği bu bir haftada hiç iç çekmemiş. Teyzeleri de ondan kurtulduklarını düşünmüşler. Fakat bir hafta sonra karşılarında görünce çok şaşırırmışlar. Bu kez devreye ortanca teyze girmiş ve o da ablası gibi gidip hanın kapısını çalmış.

Ortanca Teyze:

—Ne yapıyorsun kızım, yalnız başınasın hiç canın sıkılmıyor mu senin?

Kız:

— Gel teyze buyur. Temizlik yapıyorum, böylece vakit geçiyor. Abim Hacıüren kavağından bana bir yaprak getirdi o da hiç çalmıyor, türkü çağırmıyor.

Ortanca Teyze:

—Anaaa be yavrum! O yaprak şarkı söyler mi? O ağacın yaprağı değil, sahibi gelecek.

Kız yine akşam olanları anlatmış abisine. Abisi yine kıramamış ve atının yanına gitmiş tekrar.

At:

— Yüzde yüz ölüme gidiyoruz. Kavağın altına gelinceye kadar öbür seferde yaptığın şeylerin aynısını yapacaksın. Kavağın altına gelince benden ineceksin. Dizginleri elinde tut. Sonra “Hacüren Kızı” diye bağıracaksın.  Taş ol” diyecek kız. Ayak bileğine kadar taş olacaksın. Tekrar “Hacüren Kızı” diye bağıracaksın. Kız yine “Taş ol” diyecek. Bu sefer diz kapağına kadar taş olacaksın. Tekrar bağıracaksın. “Taş ol” diyecek kız. Bu sefer omuzlarına kadar taş olacaksın. Üç sefer böyle yapacaksın. Önüme yatacaksın boylu boyunca tekne gibi. Hacüren Kızı da dayanamayıp “bu yiğit nasıl güvendi de geldi” deyip yarım tas şerbetle yanına gelecek. Başucundan tutup ayakucuna kadar şerbet dökecek. O taş, vücudundan parça parça ayrılacak. Vücudun taştan ayrılınca hemen kızın belinden tutup benim terkime kızı bindireceksin. Hiç vakit kaybetmeden geri döneceksin, demiş.

Oğlan yine atın dediklerinin aynısını yapmış. Geri döndüğünde envai çeşit ses duymuş; ama kesinlikle arkasına bakmamış. Kapıyı geçtikten sonra peri kızına ondan bir zarar gelmeyeceğini söylemiş. “Ben senin ailenim” demiş. Hana geldiklerinde yapraktan çok güzel sesler gelmeye başlamış. Daha sonra peri kızı ile oğlan evlenmişler.

Ertesi gün oğlan yine padişahın yanına gitmiş. Padişah yine iç çekmeye başlamış.

Vezirlerinden biri: “Padişahım madem bu çocuk sizin bu kadar içinize yattı onu yemeğe çağırın” demiş. Bunu duyan çocuğun teyzeleri yemeğine zehir atarak onu öldürmeyi planlamışlar. O gün oğlan saraya gitmek için hazırlanmaya başlamış. Karısı yani peri kızı da gitmeden önce konuşmaları gerektiğini söylemiş. Oğlan “ne oldu acaba?” diye meraklanmış. Peri kızı kocasına bir mendil, biri sapsarı biri ise kıpkırmızı olmak üzere iki elma vermiş.

Peri kızı:

 —Al şu mendili, önüne ne yemek koyarlarsa koysunlar, burnunu siliyormuş gibi yap bu mendili geçir üstünden. Bu elmaları da al, gittiğinde merdivenlerin yanında bir kadın gömük orada. Sana üstüne tükür diyecekler, insanoğluna tükürülmez; al valide şu elmayı deyip birini vereceksin! Eve gelirken de aynısı olacak bu sefer diğerini vereceksin.

Neyse oğlan gitmiş. Merdivenlerin yanında yüzü ay gibi kadın gömülü. 20 günde bir çıkarıp banyo ettirip tekrar gömüyorlarmış bu kadını. Tükür diyorlar “İnsanoğluna tükürülmez,  al valide şu elmayı” deyip elmayı vermiş. Kadın elmayı almış ve koklamış. Evlat kokusu deyip onu göğsünde saklamış. Neyse masaya oturmuşlar.  Çocuğun önüne banacak kadar zehir atmışlar. Çocuk mendili üstünden gezdirince zehir “hoop!” yemeğin içinden taşmış. Daha sonra kahve yapmışlar yine mendili gezdirmiş fincan “paaat!” diye patlamış. Böylece yemekte zehirlenmekten kurtulmuş. Eve dönerken merdivenlerin yanındaki kadına yine tükür demişler; ama o yine aynı şeyleri söyleyerek diğer elmayı da vermiş. Kadın yine evlat kokusu diyerek onu da koynunda saklamış. Eve geldiğinde karısı ne gördüğünü sormuş. Oğlan da olan biten her şeyi anlatmış.

Oğlan:

—Orada bir kadın var gömülü. O kadar güzeldi ki utancımdan niye gömülü olduğunu soramadım. Bi de padişahın iki tane karısı vardı, birbirlerinin gözlerine sürekli şimşek atıyordu.

Peri kızı:

—Tamammm! Onların sonra belli olur ne olduğu.

Ertesi gün karısı, padişahı yemeğe çağıracağını söylemiş. Oğlan telaşlanmış. Çünkü çok fakirlermiş, evlerinde iki tane kaşık ve bir tencere varmış. Yemeği bile tencerenin kapağında yiyorlarmış. Ne yediririz, ne içiririz diye kara kara düşünüyormuş. Uykuları kaçıyormuş. Karısı da bunları düşünmemesini, haftaya cumartesiye padişahın yemeğe davetli olduğunu söylemesini istemiş. Hem de bütün askerleri, çoluğu çocuğu, kedisi köpeği hepsiyle. O güne kadar oğlan nasıl olacak diye dokuz doğurmuş. Fakat karısı peri olduğu için o gün erken kalkmış iki kıl çarpıştırmış ve bir Arap çıkıvermiş.

Peri kızı Arap’a:

—Bu hanın avlusunda ne kadar kabak varsa hiç kalmayacak. Padişahın sarayından daha güzel bir saray yapacaksınız. Bilmem nerden padişahın askeri gelecek yol ayrımından buraya kadar kırmızı halı döşenecek,  üstüne de hiç güneş görmesin diye çadır dokunacak.

Peri kızı saymaya devam etmiş şu kadar yemek, şu kadar içecek, atların altına da kırmızı halı serilmesini de söylemiş. Arap her dediğine “Emret!” diye karşılık vermiş. Peri kızı yemekte tüyleriyle birlikte kedi eniği ve köpek eniği olmasını istemiş.

Sabah oğlan kalktığında kardeşini kaldırıp hallerinin ne olacağını söyleyip kara kara düşünüyormuş. Bir de bakmış ki o evin şıkır şıkırlığı, o masa, o tabaklar, kaşıklar bütün her şey gözünü almış. Karısı da hiçbir şeyin sıkıntı yapmaya değmeyeceğini, Allah’ın kendilerine her şeyi vereceğini söylemiş. Sonra dışarıya çıkmışlar.

Karısı kocasına:

—Şimdi padişah kıyamayacak halının üstünden gelmeye, kenara çekin halıyı deyecek sen de halının üstünden gel diye işaret yapacaksın.

Gerçekten de Padişah yemeye gelirken halının üstünden yürümeye kıyamamış ve oğlan karısının dediklerini söylemiş. Padişah içinden içinden “Ya benim karı dokuyacaktı böyle halı” demiş. Padişah halının üstüne binince güneş tutulmuş. Yukarı bakmış atlastan çadır. Yine içinden “Ya benim ortanca karı dokuyacaktı bunu” diye geçirmiş. Neyse masaya oturmuşlar. Yenilmiş içilmiş. Padişah hala şaşkınmış bu kadar güzel şeyler karşısında. Peri kızı padişaha askerlerine izin vermesini kendilerinin, karılarının ve vezirlerin akşam yemeğine de kalmalarını rica etmiş. Padişah kabul etmiş. Sofradaki her şey tılsımlı imiş Akşam yemeğine üstü kapalı tabaklar içinde kedi ile köpek enikleri getirilmiş. Padişah bu ne deyip merak edip açmış. Bir de ne görsün? Padişah bu nasıl yemek diye bağırmaya başlamış. “Bu yenir mi?”diye soruyormuş.

Peri kızı:

— Padişahım, bir evlat kedi köpek bile olsa sevilir, insan bağrına basar evlat ne de olsa, evlat nasıl sevilirse bunlar da yenir. Buyurun yiyin!

Padişah:

— Asla olmaz!

Peri kızı:

—Ya padişahım olmaz diyorsun. Evlat o kadar tatlı ki… Kocasının fesini çıkarıp ay yıldızı göstererek senin istediğin oğlan böyle olmayacak mıydı? Kızın örtüsünü çıkartıp senin istediğin kızın saçları böyle sırma gibi olmayacak mıydı? İşte bu oğlun, bu kızın, ben de senin gelininim! O gömülü olan da senin karın, bu çocukların anası. Çocukları alıp ölsün diye atanlar işte bu iki karın, sandığa koyup denize salan da işte bu vezirin! Vezirlerini de iyi seç, öyle getir; yoksa mahvolursun.

Teyzelerin ve vezirlerin foyaları çıkmış. Padişah kırk katır mı kırk satır mı istediklerini sormuş. Onlar da “kırk katır verin de gidelim” demişler. Bu katırlar giderken paramparça yapmış, dağlara savrulmuş teyzeleri.

Padişah, çocuklarını yanına almış, karısını gömülü yerden çıkarmış ve özür dilemiş. Ama kadının ayakları o kadar yıl toprağın altında kaldığı için tutmuyormuş. Bir süre tedavi gördükten sonra kadın yürümeye başlamış.

Geliniyle oğluna da kırk gün kırk gece süren dillere destan düğünler yapmış. Böylece padişah ermiş muradına biz çıkalım tahtına.

Onlara külle kömür

Bize uzun ömür

Evleneceklere,

Hayırlı dünür…

Derleyen ve deşifre eden: Celal AYDIN

Ses- kayıt: Berrin AKGÜN

Anlatan Kişi: Beyhan VURUCU

(masalı babasından öğrenmiş; 1946 Manisa doğumlu, ilkokul mezunu)                                    

Derleme Tarihi: 2006



ASAYIŞ


POLİTİKA


SON DAKİKA


MEDYA


Foto Galeri Tümü


TÜM HABERLER


Yükleniyor