Muammer Kökcüoğlu


`BEDELİ ÇANAKKALE`DE ALTIN OLARAK ÖDENECEKTİR`

`BEDELİ ÇANAKKALE`DE ALTIN OLARAK ÖDENECEKTİR`


`BEDELİ ÇANAKKALE`DE ALTIN OLARAK ÖDENECEKTİR`

Yıl 1915 Osmanlı tıpkı batan bir güneş gibi akşamın son ufkundadır Merhamet ışıklarını balkanlardan ve Kuzey Afrika'dan çoktan çekmiştir. Çanakkale'nin kapısını çalmıştır. Düşman, kalabalıktır. Güçlüdür.

Bütün gücünü toplamış son darbeyi vurmak için gelmiştir Çanakkale'ye, kudretli silahların gösterildiğinde Osmanlı'nın geri çekebileceğinden de emindi. Ancak bu düşünce Nusret mayın gemisinin çizdiği vav” harfinin kıvrımları arasında önce yolunu kaybedecek, sonrada Seyit Onbaşı'nın sırtında yükselen Bismillah” çekerek attığı top ile boğazın soğuk sularına gömülüp yok olup gideceklerdir. Evet, tıpkıda öyle olur. İbretlik hadiselerin cereyan ettiği Destanlaşan Çanakkale Savaşı'ndan bir menkıbeyi gelin sizlerle birlikte paylaşalım.

Üç aylık bir talimden sonra Mehmet Muzaffer, `zabit namzedi` olarak Çanakkale`de idi. (Mart 1916). Müttefik İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Çanakkale`de uğradıkları mağlûbiyetlerden ve verdikleri yüzeli bin zayiattan sonra Boğaz`ı aşamayacaklarını anlamışlar, 1915`in son haftasıyla 1916`nın ilk haftasında bütün hatları tahliye edip, çıkıp gitmişlerdi.

Muzaffer, Çanakkale`ye vardığında harp durmuştu. Zaman zaman, İmroz-Bozcaada`da üslenmiş düşman gemileri ve uçakları bombardımanda bulunuyorlarsa da, 1915 Nisan`ından Aralık sonuna kadar sekiz ay süren kanlı boğuşmalara kıyasla bu bombardımanlar `hiç` mesabesindeydi. Çanakkale`deki birliklerin büyük bir kısmı, Kafkas, Irak ve Filistin cephelerine sevk edileceklerdi. Hazırlanma ve noksanları ikmal emri aldılar.

Muzaffer, birliğinin alay karargâhında vazifeliydi. Alayın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer bir takım malzemeye ihtiyacı vardı. Bunlarsa ancak İstanbul`dan sağlanabilirdi. O devirlerde bu gibi basit mubayaalar için açık artırma yapmak, ilanlarda bulunmak, ne âdetti, ne de bunlarla kaybedilecek vakit vardı. Her şey itimatla yürütülürdü. Muzaffer, açıkgöz ve becerikli bir İstanbul çocuğu olduğundan, karargâh, gerekli malzemenin temin ve mubayaasına onu memur etti. İcap eden paranın kendisine itası için de Erkân-ı Harbiye Riyasetine hitaben yazılı bir tezkereyi eline verdiler.

O yıllar İstanbul`da otomobil ve kamyon, nadir rastlanan vâsıtalardı. Bunların lastikleriyse yok denecek kadar azdı ve karaborsaydı.

Muzaffer aradı, uğraştı, nihayet Karaköy`de bir Yahudi'de istediklerini buldu. Fiyatlar pek fâhişti ama yapacak başka bir şey yoktu anlaşmaya vardı. Lâzım gelen parayı almak üzere Erkân-ı Harbiye`ye gitti. Elindeki tezkereyi tediye merciine havale ettiler. Muzaffer az sonra yaşlı bir kaymakam (yarbay)`ın huzurundaydı. Kaymakam, uzatılan tezkereyi okudu. Karşısında hazırolda duran ihtiyat zabit namzedine baktı. İsteyeceği paranın miktarını sormadan

`Ne alınacak?` dedi.

`Oto ve kamyon lastiği` cevabı verilince bir an durdu. Sonra Muzaffer`e dik dik baktı:

`Bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal, sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum. Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun! Haydi, yürü git, insanı günaha sokma... Para mara yok!` dedi.

Muzaffer selâmı çaktı, dışarı çıktı. Harbiye Nezareti'nin (bugünkü hukuk fakültesi binasının) bahçesinden dış kapıya ağır ağır yürürken, ne yapacağını düşünüyordu. Malzemelere alayın ihtiyacı vardı. Eldeki (Almanlar`ın verdiği) iki

Mercedes-Benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi. Diğer malzemeler de mutlaka lâzımdı. Kendisi, bulur alır diye vazifelendirilmişti.

Malzemeyi bulmuştu, fakat para yoktu. Eli boş dönemezdi, bir çaresini bulmak lâzımdı.

Muzaffer bunları düşüne düşüne Bayezid Meydanı`na vardı. Birden durdu, kendi kendine güldü. Aradığı çareyi bulmuştu! Doğru tüccar Yahudi'ye gitti:

`Paranın tediye muamelesi akşamüstü bitecek. Ezandan sonra gelip malları alamam gece kaldıracak yerim yok. Yarın öğleden evvel vapurum Çanakkale`ye kalkıyor, yetişmem lâzım. Onun için, sabah ezanında geleceğim. Malları mutlaka hazır edin...`

 Tüccar

`Peki` dedi.

Muzaffer tam ayrılırken ilâve etti:

`Altın para vermiyorlar, kâğıt para verecekler.`

Yahudi yine

`Peki` dedi.

Ertesi sabah Muzaffer, Merkez Komutanlığı`ndan araba ve neferle ezan vakti Yahudi'nin kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Tüccar, malları hazırlatmıştı. Havagazı fenerinin yarım yamalak aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer, bir yüzlük kaime (yüz liralık kâğıt para) verdi. Araba dörtnal Sirkeci`ye yollandı. Malzeme Şat'a, oradan dubada bağlı gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu.

Üç gün sonra Yahudi, elindeki yüzlük kaimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası`na gitti. Bozmadılar.

Zira elindeki para sahte idi.

Muzaffer evrak-ı nakdi yenin basımında kullanılan kâğıdın aynısını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiş, bütün gece oturmuş, çini mürekkebi ve boya ile gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemeyecek nefasette taklit para yapmıştı. Tüccara verdiği para buydu. O devrin hakiki paralarının üzerinde yazılar arasında bir de şöyle ibâre bulunurdu:

`Bedeli Dersaâdette altın olarak tesviye olunacaktır.` Muzaffer yaptığı taklit parada bu ibâreyi şöyle yazmıştır. `Bedeli Çanakkale`de altın olarak tesviye olunacaktır.`

Onun burada altın dediği, Çanakkale`de Mehmetçiğin akıttığı, altından da kıymetli kanı idi...

Yahudi tüccar bunu mesele yapmadı. Yapmak mı istemedi, yapmaktan mı çekindi, bilinmez. Ancak hâdise bütün İstanbul`a yayıldı. Dünyada emsali olmayan ve olmayacak olan bu hâdise Şehzâde Abdülhalim Efendi`nin kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yahudi tüccarı buldurdu.

Yüzlük taklit evrak-ı nakdîyeyi, bedelini altın olarak ödeyip aldı. Çok zarif sedef kakmalı, içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip, İstanbul Polis Okulu`ndaki Emniyet Müzesi`ne hediye etti.

Şehit Mehmet Muzaffer`in taklidini yaptığı paranın asıl 50 liralık kâğıt paradır. Bu kâğıt paralar, üzerlerinde de yazılı olduğu gibi, Rumi 6 Ağustos 1332 (M.18.8.1916) tarihli kanunla tedavüle çıkarılmıştır. Bu tertip kâğıt paraların en büyük kıymeti 50 liralıklardır. Yüz lira olarak bu tipte hiçbir kupür basılmamıştır. Her halde Şehit Muzaffer`in alacağı malzemenin bedeli elli liranın çok üstünde olmalıdır ki, iki tane ellilik imal edecek olsa anlaşılabileceğini düşünüp tek bir yüzlük yapmıştır. Bu kâğıt paralar yeni tedavüle çıktığından, getirip veren de subay ve askerleri olduğundan, tüccar, bu çeşit yüzlük kaime mevcut olup olmadığını araştırmak lüzumunu görmemiş olmalıdır. Esasen Muzaffer`in `sabah ezanı vakti` üzerinde durması da, hem o devrin ölü ışıkları altında paranın iyice incelenmesine imkân bırakmamak, hem de sabahın o saatinde her taraf kapalı olduğundan, sağa sola sormak ihtimâlini de ortadan kaldırmak için olmalıdır.

Çeşitli imkânlara sahip teksir ve fotokopi makinelinin henüz icat edilmediği yıllarda, bugün son sistem âletlerle çalışan kalpazanlara taş çıkartacak şekilde elle bu derece başarılı bir taklidi yapabilmek, üstelik de bunu bir tek gecenin sınırlı saatleri için sığdırmak, fevkalâde büyük bir sahtekârlık başarısı değil, bir sanat şaheseri olarak değerlendirilmelidir.

Hz. Allah, bütün şehitlerimizden de, vatan için her şeyi göze alabilen bu sanatkârın, bu mübarek şehidin ruhundan da, o gani rahmetini eksik etmesin.